AHMED CAVAD VE M. AKİF ERSOY’ UN BENZERLİKLERİ:
Onun Akif’le benzer tarafları sayılamayacak kadar çoktur. Hayatını bir sünger gibi sıkma imkanımız olsaydı, süzülen damlalarda Akif’in hayatındaki çile ve ızdırapların hepsine şahit olacaksınız.
Merhum M.Akif’ten ilave Cavad’ın hayatından süzülenlerde kan var, can var, sevgilelerden ayrı düşmek, işkence ve nihayetinde haksızlıkların en büyüğü olan vatan hainliği vardı! O da Asım’ın neslini Kafkazlarda düşleyen bir yiğitti. Kafkaz bahçelerinde de o neslin çiçek açmasını istiyor, hep o nesil için yanıp tutuşuyor, hep onun türkülerini söylüyordu. Hayatını o neslin güllerini bitirmek için toprak, şiirlerini de onlar için bir nağme yapıyordu... O da o gül devrini göremeden Akif’den yaklaşık bir yıl sonra gül bitirmek için toprak oluyordu.
Onunda duygu ve düşüncelerini, çırpınışlarını, kendi insanı başta olmakla pek anlayan veya anlamak isteyen olmadı. O bir HAK aşığıydı. Akif’in hayatını bir filim şeriti gibi göz önünden geçirebilenler, Cavad’ın ruhunu, ahlakını, davasını daha iyi anlarlar kanaatindeyim.
Ahmed Cevad, bazı yönlerden belkide M.Akif’ten daha şanslı değildi. O, bir taraftan şiirleriyle halkı uyandırmaya çalışırken, diğer taraftan müthiş baskılara göğüs germekle uğraşıyordu. Bunlardan en önemli olanı, yazdığı şiirlerinde milliyetçilik yaptığı iddiasıyla mahkeme mahkeme süründürülüyordu. Bu mahkemelerin hepside göstermelik mahkemelerdi. Bunlardan sadece bir misal vermek yeterli olacağı kanaatindeyim.” ... Soyal Sovyetler Birliği Askeri Yüksek Mahkemesi heyetinin onu ittiham ettikleri en büyük suçu, devlete karşı çıkmak ve milliyetçilik yapmasıydı.Bunun yanında 1937 yılında Azerbaycanda mevcut olan isyancılar ve terör teşkilatlarıyla bir olup, SSCB’den ayrılarak başka bir devlet kurma suçu da ilave ediliyordu. En son duruşmasına onu müdafaa edecek hiçbir vekil alınmamış, insanlık tarihinde görülmemiş bir hadise olarak bu mahkemesi sadece 15 dakika sürmüştür. Mahkemenin almış olduğu karar esasında 13 Ekim 1937 yılı gecesi Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edilmişti.”
1922 yılından sonra mahkemeler soruşturmalar onun yakasını bir türlü bırakmıyordu. Yazmış olduğu şiirler hemen tenkit yağmuruna tutuluyor, kendisine ağır ithamlarda bulunuluyordu. Ahmed Cavat’a bir Akif nazarıyla baktım demiştim. Çünkü onun hayat bahçesinden hep Akif’in kokularını duydum. Akifle görüşüp görüşmediğini bilemiyorum ama, onun duygularıyla dopdolu olduğu aşikardır. Duygu ve düşünce aynı ise,mızrap tellere aynı ritimle dokunduruluyorsa, elbetteki o tellerden çıkan nağmelerde aynı olacaktı..
Mehmet Akif insanımızın dertlerini hep kendi içinde duyup, o dertlere hem-dert olmuş bir insandı. Bazen dertleriyle başbaşa kalmış, dertlerini anlayabilecek hiçbir dertli bulamamıştı. Bazen de dertlerini anlayacak bir dertli aramaktan yorulmuş ve bitkin düşmüştü. Dert çok büyüktü. İnsanımız fikren ve ruhen çökmüş, ye’se ve ümitsizlik bataklığında çırpınıyrdu. Onları uyandırmak, kulaklarına bir şeyler fısıldamak adeta imkansızdı. Dertleri bir mürekkep misali aktı hayat sayfalarına. Dile geldi kalemi, haykırdı sesini bütün aleme.. ruhsuz , hıssız sinelere. Sağına baktı, soluna baktı, hiçbir çıkış yolu görememişti. Dertlerin bir kabus gibi üzerine çöktüğü bir anda derdini ve ızdırabını duyuramamanın verdiği sıkıntıyla;
Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı ?
Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı !
Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
“yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderıyorsun !
…………………………………………………………………
Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahi ?
Ağzım kurusun … Yok musun ey adl-i İlahi! diye feryat etmeye başlamıştı. Bu sözler belkide Akif’ın ağzına yakışacak sözler değildi ama, bütün insanlığın derdini bir kambur gibi sırtında daşıyan insanların cinnet anıdır bu sözler. Yaşadıkları çileli bir hayatla, birbirlerinden uzak olmalarının yanında, manen ve ruhen birbirlerine bu kadar yakın olan bu insanlar, yakınlığı yazmış oldukları mısralarla da ortaya koyuyorlardı.
Ahmed Cavad aynı dertler altında inim inim inliyor ve ülke insanının perişan hali karşısında, o da Akifvari kendinden geçiyordu. Duygu ve düşünce, dert ve keder aynı olunca mızrap “Of Bu Yol” şiiriyle tellere şöyle dokunuyordu.
........................................................
Ey Allah’m yanılttın, her bir doğru adımı
Yoksa, yoksul dünyadan, adaletin kalktı mı?
Ey dinlinin dinsizin, inandığı son kuvvet
Kalmadı mı sende de, insanlara merhamet
Ben ki, bilmek isterdim, kimler ağlar kim güler
Onun için etmiştir, felek beni derbeder
Ben söyledim derdimi, taze yeşil yaprağa
Daha derdim bitmeden, o serildi toprağa
Ne yoksuldur tabiat, ömrü ne az çiçeğin
Yazık bağban sana ki, boşa çıktı emeğin...
Bakıldığında bu iki şiir arasında çok fazla bir fark olmadığı net bir şekilde görülecektir. Yaşadığı dönemin insanlarına sesini gerektiği gibi duyuramamanın ızdırabını da kader yüklemişti sırtına Cavad’ın.. Dünyadan da bir sene aralıklarla göçüp gitmeleri birbirine ne kadar yakın olduklarını gösteriyordu. Milletinin dert ve ızdırabı, onun yüreğinde ayrı bir burkuntu meydana getiriyordu. Her taraftan gelen feryatlar, iniltiler onu içinden çıkılmaz bir buhrana sürüklüyerek, dert ve ızdıraplarla kendindinden geçiriyordu. Vatan ve milletinin içinde bulunduğu sıkıntıyı şöyle dile getiriyordu.
Ziyafet görmedim, yaslıdır eller,
Çoğalmış mezarlar, derdini söyler,
Talanmış şaneler, bozulmuş teller
Olduğunu duydum imdada geldim.
Yarılmış korkudan pembe dudaklar,
Aşıklar ah çeker derdinden ağlar.
Bak neler söylüyor tarlalar, bağlar?
Kardaş sesi duydum imdada geldim.
Evet, o vatan ve milletinin başka bir milletin esareti altında yaşamasını istemiyordu. Mazlum insanların ahları artık arşa ulaşmıştı. Geceleri uyuyamıyor, sürekli milleti için bir çıkar yol arıyordu. Onu asıl üzen, kendi vatanında parya olmanın yanında, kendi derdini anlayacak, bunu başkalarına anlatacak insanın az olmasıydı. Bu durumu iki ayrı şirinde şöyle ifade ediyordu.
Felaket görmeyen millet olur mu?
Düşün,biraz düşün, hiç kanın var mı?
Gözler kör mü? Yoksa gönüller dar mı?
Ah! Yine ben niye feryata geldim.
Mehmet Akif, duygu ve düşüncesiz insanların hallerini anlatırken ondan da aynı iniltiler yükseliyordu;
Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı,usanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa,
Sen yine bir kere kımıldanmadın!.
Sıkıntıların en büyüğünü o milletin bilgili ve aklı başında insanlarından çekiyordu. Çünkü bir milleti boyunduruk altına almanın en kolay yoluydu bu tür insanların satın alınması. Bu yolla yola getirilemeyen önder insanlar değişik bahanelerle ortadan kaldırılarak, bedenleri bir mechule gönderiliyordu. Yani yol ikiydi; Azerbaycan tabiriyle “ Ya yok, Ya he”. Evet veya hayır. Evinden bir akşam üstü alınıp, bir daha geri dönmeyen o kadar alim insanlar varki, bugün sayıları dahi bilinmiyor. O günden bu güne hiçbir haber alınamamıştır. Daha sonra kendisi de bu yolla ortadan kaldırılan Cavad, bir şiirinde şöyle dile getiriyordu.
Karları boyamış mazlumun kanı,
Ölenler çok, fakat mezarı hani?
Ayaklar altında şöhreti, şanı,
Yerde kalan görüp, feryata geldim.
Verip yad ellere sırma elini,
Gelinler bırakmış güzel elini.
Anasız yavrular, söyle ninnini,
Ninnisiz yavruya imdada geldim.
Tütmez bacaları, yanmaz çırağlar,
Kardeşi bacıdan ayırmış dağlar,
Bacılar nerdedir, bulutlar ağlar,
Kardeşsiz bacıya, imdada geldim!
Halkın düştüğü kötü durum, şairin kalbini kana bulamıştır. Bu kadar zengin olan bu toprak evlatlarının elinde ve avuçlarında birşeyler bırakılmamıştı. İnsanı insanlığından küstüren bir sürü olaylar yaşanıyordu.
Yurdun dört köşesindeki mezalimlerden son derece müteessirdi. Sanki vatan sahipsiz kalmış, asıl sahipleri kanlara bulanmıştı. Bu manzarayı Akif şöyle dile getiriyordu;
Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!
Bütün olaylar yaşanırken Azerbaycan Türkü’nün feryatlarına kulak veren olmadı. Hiçkimse bu insanların yardımına koşmaya cesaret edemiyordu. Böyle bir zamanda Türk askeri kanı bir canı bir kardeşinı,in imdadına koşuyordu. Ahmed Cavad böyle bir zamanda yardıma koşan Türk askerine karşı adeta halkın çığlığı oldu ve onlara, şu anda bile Türkiye’de dillerden düşmeyen:
Çırpınırdı, Kara deniz
Bakıp Türk’ün bayrağına.
Ah! Diyorum, hiç ölmezdim,
Düşebilsem ayağına.
Ayrı düştüm dost elinden,
Yıllar var ki çarpar sinem,
Vefalıdır, gelen, giden,
Yol ver Türk’ün bayrağına.
........................................
O, herşeyden evvel insanımızın içinde bulunduğu cahaletten onları kurtarmayı birinci vazife olarak telakki etmişti. Her fırsatta sesini yükseltebildiği kadar yükselterek, ilimsiz cahil bir milletin, milli ve manevi değerlerini koruyamayacağı, zamanla bu duyguların dumura uyrayıp yok olacağı, böyle bir milletin de kendi ayakları üstünde duramayacağını, hayatın cazibesi karşısında dize geleceğini anlatmaya çalışıyordu.
Ama bütün bunlardan habersiz olarak yaşayan bir sürü insan vardı. Bu insanlar halen olup bitenlerin farkında bile değillerdi. Cavad, cehaletin akıttığı zifirle tıkanan kulakları patlatırcasına onlara şöyle haykırıyordu.
Ey kardeşler! Bir zamanlar ilimsizlik dumanı
Cehaletin kor pençesi kaplamıştı her yanı
Kur’an nedir ? anlamadık,
Vatan nedir.? Bilmedik,
Karşımızda yetimlerin göz yaşını silmedik,
Ağlanacak bir hal idi, kendimizde görürdük,
Dilimizin, dinimizin gitmesine gülürdük…
****
Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla imanın:
Ne müthiş bir kahramanlık çarpıyor göğsünde kur’anın!
O vicdan nerdedir, lakin? O iman kimde var? Yazık!
Ne olmuş, bende bilmem, pek karanlık şimdi duygular!
O imandan çok az olsaydı millette,
Şu üçyüzelli milyon halkı görmezdim böyle horlanmış halde!
Ahmed Cavad, yoksulluklarla dolu bir hayat yaşadı. Bu yoksulluk ona, maddi yoksulluklardan daha ağır geliyordu. Vatan evlatlarının bir bir yok edilmesi, vatanında bir yabancı gibi yaşaması, milletin kendi öz benliğinden uzaklaştırılması ona dayanılmaz bir azap veriyordu.
Bu şanlı millete ne oldu ki, kendi ayakları üzerine bir türlü doğrulamıyordu. Millet olarak ne yapmıştık ki, bizlere bu zülümler reva görülmüştü. Halbu ki, bu millet, insanlığa zarar vermek şöyle dursun, ayaklarına ziller bağlayarak yollardaki karıncaları bile ezmiyecek kadar merhamet duygularıyla yüklü bir milletti.
Çaresizlik içerisinde kabına sığmayan Cavad, vatanı ve milleti uğrunda can verenlerin arkasından onlara şöyle sesleniyordu..
Dağlar gülümserken dumanlar aldı !
Bükülmez kolların neden boşaldı ?
Geldin, yoksul ninen kimlere kaldı ?
Ölme, gardaş ölme, düşman çoğaldı !
Ölsen de, söz yok ki, kanın çoşacak !
Düşman boğmak için dağlar aşacak !
Burada değerli Doc.Dr. Lutfiye Esgerzade’ nin MEHMET AKİF ERSOY ÜNİVERSİTESİ I. ULUSLARARASI MEHMET AKİF SEMPOZYUMU (19-21 KASIM 2008) vesilesiyle oradaki bildirisinin kısa bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum: Bildiğimiz gibi Türkiye ile Azerbaycan arasındaki edebi-medeni alakalar XIX. Asırda da mevcut idi. XIX. asrın sonlarında Mirza Fetali Axundzade yazı meselesi ile alakalı olarak İstanbul’a sefer etmişti. Buradaki aydınlarla iletişim kurmuştu. Büyük mütefekkirden sonra İstanbul’da çıkan gazete ve dergileri Azerbaycan’da alıp okuyor, aydınlanıyor, aydınlar Avrupa muhitine yakın olan İstanbul hayatına ilgi duymaya başlıyorlardı. Bu asrın sonlarında milyoner Hacı Zeynelabidin Tagiyev’in maddi desteğiyle, Ahmet Bey Ağaoğlu’nun editörlüğü ile Bakü’de neşir olunan Kaspi gazetesinde Türkiye hayatına ait hayli materyal veriliyordu. XX. asrın ilk gazetesi olan Şarki-Rus’da Osmanlı, İstanbul mevzuları hususi yer tutardı. Aynı zamanda ileri düşünceli aydınlar evlatlarını İstanbul’a tahsil almaya gönderirlerdi. Bu amiller Azerbaycan ve Türkiye arasında sanki kültürel köprü yaratmışlardı. Bu ziyalılar sayesinde Azerbaycan Azerbaycan’ın fikir ve sanat hayatında Türkiye’nin izleri görünmeye başladı. Bu sahada özellikle Alibey Hüseyinzade, Ahmet Ağaoğlu, Mehmetağa Şahtahtlı gibi Azerbaycan aydınları büyük katkı sağlamışlardı. Öte yandan XX. yüzyıl başlarında Azerbaycan edebiyatında dikkate değer yer tutmaya başlayan romantizm edebi akımı da çoğunlukla Avrupa’dan Türkiye
yoluyla gelmiştir. Edebiyatımızda milli romantik şiirin temsilcileri olan Hüseyin Cavid, Muhammet Hadi,Ahmet Cavat gibi yazarlar da Rıza Tevfik, Abdulhak Hamit, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Recaizade Ekrem ve özellikle Mehmet Akif Ersoy gibi Osmanlı şair ve yazarlarının etkisi altında bulunmuşlardı.
Bayrak bir milletin geleceğinin ve bağımsızlığının sembolüdür. Bayrağın sönmesi Türk milletinin istiklalini kaybetmesidir. Bayrak milletin yıldızıdır. Bayrağın kaderi ile milletin kaderi birbirine bağlıdır.Türkler bağımsızlıkları ve bayrakları uğruna her zaman kanlarını dökmüşlerdir. Bayraktan, bayrak sevgisinden söz açmışken bildirmek isterim ki, Mehmet Akif’in Azerbaycan edebiyatı ile irtibatı tek Hüseyin Cavid ile bitmiyor. Azerbaycan edebiyatının sevilen incilerinden, Ahmet Cavat yaratıcılığında da Mehmet Akif Ersoy’un derin etkisi görülmektedir. Mehmet Akif’in bayrak ve yurt sevgisi ile Ahme Cavat’ın “Çırpınırdı Karadeniz” şiirinde fikirleri uyuşur.
Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına,
Ah değerdim, hiç ölmezdim. Düşebilseydim ayağına.
Bununla birlikte Mehmet Akif’in “Safahat”ında olduğu gibi “İstanbul” şiirinde Ahmet Cavat yalnız
Türkiye’nin değil, bütün Türklüğün başkenti olarak gördüğü İstanbul’a ve Türklüğün kırılan umutlarına gözyaşı döker. Cavat’ın bu ağlaması, gözyaşı dökmesi samimiyet dolu bir ağlamadır. Çünkü bütün Dünya Türklerinin umudu Türkiye’dir. Başkentin işgali de bütün Türk dünyasında büyük bir ümitsizlik uyandırmıştır. Şairin eserlerinde Bakü’yü kurtarmak için gelen Türk ordusundan ordumuz diye söz etmesi, İngilizlere Çanakkale’de ders verdik diye övünmesi de bu sebeptendir (İ.M.Yıldırım. Selam Türkün Bayrağına. İzmir. 1992, s. 37).Şair 1918 yılında İngilizlerin Bakü’den kovulmasından söz ederken Akif gibi Çanakkale zaferini hatırlatıyor, düşmanlar için bu zaferin ağı olduğunu dile getiriyor:
Damağında Çanakkale ağısı
Senmisen Türk ellerinin yağısı?
İslam dünyasını ölüm çalğısı
Ölüm niyyetiyle yakan ingilis!
Şair Çanakkale savaşını uzaktan uzağa seyr etmesine rağmen, Ermeni çetelerinin 1918 yılının Mart ayında Müslümanların Bahar Bayramı olarak kutladıkları Nevruz bayramı günlerinde Bakü’de hiç bir suçu olmayan otuz binden fazla sivilin, Türk Müslümanın katledilmesini de unutmuyor, “Şehitlere” ve “Harbzadelere” isimli şiirlerinde bu faciaları tasvir ediyor.Tarihte şahittir ki , Ermeni vahşiliklerinden hemen sonra İngilizler Bakü’de yerli Türklere işkence etmiştir. İngilizlerin yaptığı bu zulümleri şair şiirinde bu şekilde dile getiriyor:
Didilmiş bedenler, yolunmuş saçlar....
Dağılmış yuvalar görmek istesen
Kardan kefen geymiş yoksullar, açlar
O ellerde ne var bilmek istesen
Sene bir kamança her şeyi söyler
Men bir kamançayam tellerim inler.
Her iki şairinde ortak kaderi, istiklal şairi olmaları ve vatanlarında garip olarak yaşamalarıdır.Çağdaşlarının onları pek anlayamamarı onları ciddi manada üzüntüye boğmuştur.Bunun yanında her iki şairinde cephelerde askerlere yardım etmeleri, cephedekilere morel vermeleri ve vatan sevgisi muhabbetini herşeyin üstünde tutmaları onların gerçek manada vatan ve millet şairi olmalarını bir kere daha ortaya koymuştur.Bütün bunları yaparken devletlerinden hiçbir maddi karşılık beklememişlerdir.
M.Akif vatanından ayrı bir ülkede sürgün yaşarken, A.Cavad ise kendi ülkesinde kurşunlara dizilerek şehid ediliyordu. Ve Akif çok sade denecek bir şekilde cenaze merasimiyle uğurlanırken,Cavad´ın mezarı bile bilinmemektedir.Bu yüce vatan ve millet şairlerinin ortak noktaları yaşatma uğruna kendi yaşamlarında dahi vazgeçmeleri idi.Her iki yüce ruh da dünyanın fani ve geçici olduğunu bütün yaşamlarıyla hem çağdaşlarına hem de gelecek nesillere yaşayarak anlatmışlar.Azerbaycan ve Türkiyenin en çok sevilen ve okunan şair ve yazarlarının kısa hayat hikayesini hep beraber müşahade ettik.Allah, fani hayatlarını, hiçe sayarak bu dünyadan zevk ve sefa sürmeden göçüp giden, hak aşıklarını cennetiyle mükafatlandırsın.
QAFQAZ ÜNİVERSİTESİ
ÖMER CULFA
2010,BAKÜ
|