AHMED CEVAD’I SÜRĞÜNE GÖTÜREN ŞİİR: GÖYGÖL
Milli şairler yazdıkları eserlerle bazen kendi kaderlerini bilerek yada bilmeyerek tayin ederler bunlardan biri de Azerbaycanın İstiklal ve güclü şairi Ahmed Cavaddır.Yazdığı şiirler, tercüme eserleri, cephede yaralı askerlere yardımı, bütün bunları biraraya topladığımızda hayatın her alanında mücadele ettiğini müşahade ediyoruz. Cevat için çileli dönem asıl 1922 yılından başlar, 1937 yılına kadar devam eder.. Bu yıllar arası bir cani gibi mahkeme mahkeme dolaştırılıyor, bir vatan haini gibi muamele görüyordu. Ama O bunlara hiç mi hiç aldırış etmeden, “milletim, genç neslim” diyerek inim inim inliyordu... Bu yolun uzun olduğunu, menzilinin çok olduğunu, yolların derin zulmet sularıyla dolu olduğunu, bu suların geçit vermeyeceğini çok iyi biliyordu. Belki fakirliğe, susuzluğa, açlığa tahammülü vardı, fakat tek bir şeye tahammülü yoktu, o da milli ve manevi değerlerin göz göre göre yok edilmesine.. ölürdü de bunlara müsaade edemezdi.. Bütün bunlar dayanılacak türden değildi
Cavad’ın kendi vatanında bile şiirlerinin basılmasına izin verilmiyor, evi basılıyor, ne kadar el yazma eseri varsa toplanıp yakılıyordu.. Bazen evinin kapısına dahi kilit vuruluyor, rahat bir yaşam sürmesine izin verilmiyordu..
Cavad’ı çekemeyenler oldukça fazlaydı. Onu sadece içinde vatan sevgisi olduğu için değil, bununla birlikte Türkiye hayranlığı, Türkiye sevgisinden dolayıda sevmeyenler çoktu. Bundan dolayı onun eserlerinin Türkiye’deki bazı gazetelerde bile basılmasına tahammül edemiyor, vicdanları kararmış bazı ikiyüzlü yazarlar, ağza alınmayacak sözlerle Cavat’ı kötülüyor, bu yazılarını da değişik gazete ve dergilerde de bir maharetmiş gibi yayınlıyorlardı.
Şiirlerine avuç açtı, Türkiye Ahmet Cavad’ın
Sahtekarlığı ayan oldu cümleye Ahmet Cavad’ın
Yetişip Türkiye’ye yazdırdı bir çok eseri
Yazdığından kendinin, elbette vardır haberi
Bu şiirleri yazanlar sadece yayınlanan şiirlerinden dolayı değil, aynı zamanda insanları uyandırmasını da eleştiriyorlardı. Onun Meşhur “Göygöl” şiirinde Türkçülük propagandası yapmakla şuçluyorladı. Aynı şiirin başka bir beyitinde;
Kanını coşturarak eski dostluk hevesi,
Aklına düştü bugün, Göygöl’ün hatırası,
Gücü yetmedi etrafı görmeye Ahmet Cevat’ın
Hilesi oldu beyan ülkeye Ahmet ’ın
diyerek ona hakaret yağdırmanın yanında, efsane diye adlandırılan “Göygöl” şiiriyle de alay ediyorlardı. Hatta iş daha da vahim hale gelerek, bazı gazetelerde onun aleyhinde makaleler yayınlanıyor, millete karşı küçük düşürülmeye, onun hakkında gönüller şüpheye düşürülmeye çalışılıyordu.İşte bunlardan bir örnek: “ yeni yol” gazetesindeki 6 Kasım 1929 26. sayısında, aynı gazetede muhabir olarak çalışanların imzasıyla yayımlanan bir yazı. “ Biz “ yeni Yol ” gazetesinde çalışan muhabirler olarak, “ Komünist Gazetesinde çıkan, Ahmet Cavat’ın sistem düşmanlığı hakkındaki yazılarını okuduk. Biz onun çürümüş Müsavat basınında sosyalizm aleyhine yazdığı iftira ve yalan-yanlış istinatlarına şiddetle nefretimizi bildiriyoruz. Ahmet Cavad’a biz hiç bir zaman bir milliyetçi duygusu ve vefası görmedik. Şimdi ortaya çıkan fitnesi bile bizi korkutmuyor. .Çünkü biz, onun geçmişini de, bizlere yazdığı yabancı şiir parçalarını hala unutmadık.Her ne vasıta ile olursa olsun, Azerbaycan şurasından eli çekilmiş müsavatçılar arasında yazdıklarının yayılması, onun sosyalizme karşı olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Büyük zorluklara katlanarak, kurduğumuz sosyalizm sistemi Ahmet Cavad gibi iki yüzlü hainlere haddini bildirecektir....”
Evet, vatan ve milletine sadakatle sahip çıkan bu insanın sesi onu sevmeyenler tarafından böyle kesiliyordu . Sadece bunlar mı? Elbetteki hayır. Yıllarca dost görünüp, fırsatını bulduğunda arkadan hançerleyen insan kılıklılar da yok değildi. Sıkıntılı zamanlarda dost bilip kucağına sığındığı insanlar bile, onu sırtından hançerliyordu.“ 1920-1925 yılları arasında sadece 4-5 şiiri yayınlanmıştır.. Onu eleştirmek için pusuda bekleyenler vardı. 1925 yılında şairin ölmez eseri “Göygöl” neşredilmişti. Semed Ağamalıoğlu (Rusya zamanında toprak bakanlığı yapmış) onun için; “Kim diyebilir ki, Azerbaycan’ın Puşkin’i yoktur... var.. hem de en mükemmelinden..”. diyerek övgüler yağdırmıştı Ahmet Cevat’a... Ama daha sonra...Ağamalıoğlu’nun yanına “Kızıl Kalemler” – Rusya zamanında kurulmuş Yazarlar Cemiyeti- cemiyetinden üç şahıs gelerek, Ağamalıoğlu’na; bu şiiri siz övüyorsunuz ama, bu şiirde devleti yıkmak, ona karşı çıkmak manaları taşıyan ay ve yıldızdan bahsedilerek onun için göz yaşı döküldüğü ifade ediliyor” demelerine karşısnda, Ağamalıoğlu korkusundan az önce takdir ettiği, yere göğe sığdıramadığı insanı yakalanıp hapis edilmesini ister. Cavad yakalaranak hapsedilir ve bu şiirde ay ve yıldızdan kasıt, devlete karşı olduğu fikri ona zorla kabul ettirilmek için işkence yapılır. Bunu duyan hanımı ve anası Ağamalıoğlu’nun yanına gelir.
- Ay oğul sende bilirsin Cavad’ın çocukları var. Onun topu, tüfeği, askeri yok ki, Sovyet hükümetine karşı çıksın onu niye hapsettiniz. der. Ağamalıoğlu;
-Ay Kadın; senin oğlunun ne olduğunu biliyor musun? Nedir, kimdir.? O Sovyet hükümetini bir balon gibi parmağına takıp, çevirip duruyor”..diyerek Ahmet ’i kötülemeye başlar.. “Göygöl” şiirini okuyup, Azerbaycan’ın Puşkin’i ilan ettiği Ahmet Cavad’ı, şimdi de aynı şiiriyle Sovyet Devletini yıkmakla ittiham ediyordu.
Evet, sovyet rejimi insanları o hale gitirmişti ki, kardeşleri birbirine düşürmüştü.. Cavat, bir yandan bu sistemle mücadelesine devam ederken, kendi milletine de derdini anlatamamanın ızdırabını yaşıyordu. 1920-1930 yılları arasında hiç bir şair Ahmet Cavad kadar devamlı ve uzun süre tenkit edilmemişti.
Ahmet Cavat, bir taraftan şiirleriyle halkı uyandırmaya çalışırken, diğer taraftan müthis baskılara göğüs germekle uğraşıyordu. Bunlardan en önemli olanı, yazdığı şiirlerinde milliyetçilik yaptığı iddiasıyla mahkeme mahkeme süründürülüyor olmasıydı. O günlerde değişik mahkemeler teşkil edilmiş, devlet rejimine karşı gelenler iki guruba ayrılmıştı. Ahmet Cavat ikinci grubun içinde yer alıyordu. Bu grupta olanlar vatan haini ilan edilmiş ve kurşuna dizilmeleri isteniyordu. Ama önce göstermelik mahkemeler kurulmalı ve bu mahkemelerde bunlar yargılanmalıydı. Mahkemelerde onların aleyhinde söylenen her şeyin ispat edilmesi bir yana, iftiralar da bile hiç bir isbat şartı aranmadan aynen kabul ediliyordu. Ve belirlenen kişiler tarafından bir sürü isnatsız şeylerle Ahmet Cavad itham edilecek ve sonunda da kurşuna dizilecekti. Evet, senaryo önceden hazırlanmış, senaryonun hayata geçirilmesiyle alakalı bütün işlemler tamamlanmıştı. İnsanlık tarihinde bu tür göstermelik mahkemelerin sayıları oldukça fazladır Bunlardan sadece bir misal vermek yeterli olacağı kanaatindeyim.” ... Sosyal Sovyetler Birliği Askeri Yüksek Mahkemesi heyetinin onu ittiham ettikleri en büyük suçu, devlete karşı çıkmak ve milliyetçilik yapmasıydı.Bunun yanında 1937 yılında Azerbaycanda mevcut olan isyancılar ve terör teşkilatlarıyla bir olup, SSCB’den ayrılarak başka bir devlet kurma suçuda ilave ediliyordu. En son duruşmasına onu müdafaa edecek hiçbir vekil alınmamış, insanlık tarihinde görülmemiş bir hadise olarak bu mahkemesi sadece 15 dakika sürmüştür. Mahkemenin almış olduğu karar esasında 13 Ekim 1937’de Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edilmişti.”
Resmi kaynaklar Ahmet Cavad’ın 1937 tarihinde Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edildiğini yazsa da, bazı kaynaklarda Cavad’ın Bakü’deki Bayıl zindanlarında dövülerek öldürüldüğü de yazılmaktadır.. Bu meseleyle alakalı Hayat ve çile arkadaşı Şükriye hanım şu ibretli vakıayı naklediyor.” Ben bayıl hapishanesinde bir vatan haini eşi gibi! cezamı çekerken, daha önce bizim evde hizmetçi olarak çalışan ve şimdilerde hırsızlık suçundan dolayı burada olan Mariye isminde bir kadın vardı. Bana; eşini başı sarılmış, 40 derece ateş içinde kıvranarak hapishanenin seyyar hastahanesine götürülürken gördüğünü. söylemişti.. Ben o zamanlar eşimle görüşme talep etmeme rağmen, eşimle görüşmeme izin verilmemişti . Şimdi anlıyorum ki, benim görüşmek istediğim o sıralar eşim çoktan dövülerek öldürülmüştü.”. O günden beri ölümü halen esrarını koruyan Ahmet Cavad’ın öldürülmesiyle iş bitmiş miydi..? Elbetteki hayır. Geride kalan aile de parçalanmalıydı. Onun aile fertleride gerektiği cezaya çarptırılmalıydı.. Gözünü kan bürümüş vanpirler, hala kana doymamıştı. Evin çileli hanımı, hayatı saray bahçelerinde geçen Şükriye hanımdan işe başlanmıştı. Şükriye hanım bir vatan haini eşi gibi, aynı suçtan yargılanan bir sürü kadınla tren vagonlarına doldurularak Kazakistana (bir rivayete göre Sibiryaya) sürgüne gönderiliyordu.Evet bu aile parçalanmalıydı. Arkada bir iz dahi kalmayacak şekilde. Ve öylede olmuştu. Ama asıl bir mesele daha vardı. Hayat boyu rahatlık nedir bilmeyen, yeri gelince yiyecek bir lokma ekmeye bile ihtiyacı olan Şükriye hanımı, kocasına ihanet ve vefasızlık yapmaya ikna etmek için sanaryolar üretilmeliydi.
Sıra bu ailenin çilekeş annesi Şükriye hanıma gelmişti. Önce kocasına ihanet etme, vefasızlık yapmaya zorlanacaktı Şükriye hanım. Herşeyden önce o bir ana idi. Ona öyle bir damardan yaklaşıyorlardı ki, belki anne şefkatiyle çocuklarına acır da söylenenlere harfiyen uyar, onlarda istediklerine nail olurlardı.
İnsanlıktan nasibi olmayan, insanlık tarihine kapkara bir sahife açan bu kem talihli insanlar, zindandaki Şükriya hanıma yaklaşarak şu iğrenç teklifi yaparlar;
Karşı taraf:
Şükriye hanım. Çocuklarının hatırına sana bir iyilik yapmak istiyoruz.
Şükriye hanım;
Çocuklarıma göre bana iyilik etmek isteseydiniz, gerçekten bunda samimi olsaydınız, çocuklarımın babasını götürmezdiniz.
Karşı taraf;
İnat etmeyin. Bir düşünün çocuklarınız için ne yapabilirsiniz.
Şükriye hanım;
Yardım etmek kimin elinden gelir ki, benden yapmamı istiyorsunuz.
Karşı taraf;
Sözlerimize karşılık vermenin sana hiçbir yardımı olmaz.
Şükriye hanım;
Bana kimin yardımı oldu ki,
Karşı taraf;
Kısaca söylemek gerekirse. İstermisiniz sizi ve çocuklarınızı kurtaralım.
Şükriye hanım;
Bunu hangi taş yürekli ana istemez ki,
Karşı taraf;
Çok güzel. Senin beraatin için çok güzel bir çıkış yolu var. Kocan halen hayattadır. Vakit kaybetmeden bize dilekçeyle baş vurarak eşinizden boşandığınızı yazarak, onunla bir bağınız kalmasın. Ondan sonra rahat rahat oturup çocuklarınızı büyütün rahat edin.
Şükrüya hanımın müsbet bir cevap vereceği ümidiyle rahatlayan karşı taraf, bu işi başarmanın verdiği rahatlıkla yüzlerinde bir gevşeme meydana gelmişti ki, Şükriye hanımın onları deli divaneye çevirecek vefayla, sadakatla şahlanışına şahit oldular.
Ben ha.. ben.. Şükriye hanım... Ahmet’imden boşanayım.
Ben ki, Ahmet Cavad’a olan aşkım yüzünden sarayları bırakıp, Acaristan’ın beyi babam Süleyman beyi bırakıp, sefilliği, aclığı, çileyle bütünleşen bir hayatla Ahmet’i tercih etmiştim. Şimdi onu tam öldüreceğiniz bir zamanda benim ona vefasızlık, sadakatsizlik yaparak, ölümüden önce onu benim öldürmemi mi istiyorsunuz ha.. öylemi.. asla.. asla..
-Bağlayın elimi kolumu, tutun beni..Celletlar.... Ahmet’imden önce benim canımı alın... Boşanmaktansa ölmem daha iyidir.
Şükrüye hanım, böyle yaşamaktansa sürgüne gitmeye çoktan razıydı. Bir anda aklına düğün gününde Ahmet Cavad’ın ona yazıp, okuduğu bir şiir geldi.. Hapishanedeki kamarasında bu şiiri kendi kendine okuyarak doyasıya ağlamıştı. Onlar hayatın her türlü cefasına, talihsizliğine daha baştan beraber karşı koymaya karar vermişlerdi ve gönülleriyle beraber hayatlarını, diğer bir ifade ile bela ve musibetleri beraberce göğüsleyeceklerdi. Ama hayatın o güzel gündüzleri birden geceye dönüvermişti. Çünkü o, bir vatan haininin eşi damgasını yemişti artık. Dostları bile ona selam vermez olmuştu. Defalarca baskı yapılmıştı Şükriye hanıma,, Eğer kocasından şikayetçi olur da ondan boşanırsa, bütün bu işkencelerin biteceği sözü verilmişti kendisine. Ama o, ölürdü de, Ahmetini satamazdı. Bu yola beraber çıkmışlardı ve sonunda ölüm dahi varsa, o ipi beraber göğüsleyeceklerdi. Uyguladıkları binbir entrikadan ve işkenceden sonra bir netice alamayanlar, son çare olarak uzak diyarlara sürgün etme kararına gelmişlerdi.
Bir hayvanın bile dayanamayacağı hayat şartlarına onları zorluyorlardı. Bir gece zülmetli karanlıklar altında onları toplayarak, nereye gidildiği hiç kimseye belirtilmeden bir bilinmeze doğru yol almaya başlamışlardı. Soru sorma hakları yoktu. Hayvan taşımacılığında kullanılan vagonlar bu sefer kocaları vatan haini ilan eden kadınlarla doluydu. Dışarıdan içeri bir gözün algılayacağı kadar bile bir ışık hüzmesi süzülmüyordu. Bu vagonlar adeta kabir hayatını andırıyordu. Kimseler yok muydu bu işe dur diyecek.? Hangi insanlık, hangi insan hakları, hangi vicdan bütün bu olanları kabul edebilirdi..
Bütün bu olanlar karşısında, korkutularak sindirilmeye çalışılan insanlardan biri olan Şükriye hanım bu işe dur demenin zamanın geldiğini şöyle anlatıyordu;“ .. vicdanların aşınıp yok olduğu bir zamanda, erkeklerin istibdat ejderhasının ağızına sıkıştırıldığı bir zamanda, kirlenmemiş, rezalete bulaşmamış vicdan kalmadı mı? O kirlenmemiş vicdanlar, üstüne çamur çökmemiş insaflar nerde kaldı? Niye bir araya gelip, yeter bu istibdat demiyorlar,? Niye bir temizin, bir dürüstün çirkefe bulaşmasına engel olmuyorlar.? Niye .. niye... demek ki, başından bulandırılan su artık herkese sirayet etmişti.
Evet bütün bunlar düşünülmesi gereken şeylerdi. Bunları düşünecek kafa bile bırakmamışlardı onlara. Şükrüye hanım bütün bunları düşünürken beyni çatlayacak hale gelmişti.. İnsanları işledikleri bir suçtan dolayı, önce muhakeme edip, daha sonra gereken ceza verilmeli değil miydi.?. Dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş hadiseler yaşanıyordu onların hayatında. Mahkemelere yalancı şahitler para karşılığı ifade veriyor, hiç kimsenin tanımadığı bu insanların verdiği ifadeler aynen kayıtlara geçiyordu. Bu insanlardan bazıları daha sonra pişmanlık duyarak “ Ahmet aleyhinde ifade veren Ahundov, Efendiyev, Hüseyinov, Zeynallı ve Çobanzade, yalancı şahitlik yapmaları için, kendilerine inanılmaz derecede baskı yapıldığını itiraf etmişlerdi”
Şükriye hanımı hayatının sonlarına ziyaret edenler, onun çehresinde geçmişin bütün ızdırap lekelerini görebiliyorlardı. Bazen bir şeyi hatırlamak için uzunca düşünmek zorunda kalıyordu. Hayatının son anlarında onu ziyarete giden Azerbayacan’ın sevilen yazıcı ve şairi Mehmet ASLAN’ın şu tesbitleri onun durumunu net bir şekilde ortaya koyuyordu. “... ne zamandan beri hafızası bu kadar berbat haldedir. Yazık ! kadında öyle unutkanlık var ki, adını bile sorsanız oracıkta şaşırıp kalıyor.”
Evet, Şükriye hanım saray bahçelerinde yetişmiş bir güldü. Çileli ve ızdıraplı bir hayatı onunla tanıdığı Cavad’ı yazmış olduğu bir şiirde, ona olan sevgisini şöyle dile getiriyordu.
Bir gülsün, dermişim gençlik bağından,
Bir gülü, çiçeği dermirem sensiz!
Kem aldım ömrümün gençlik çağında,
Bir bağa, bahçeye , giremem sensiz...
Evet, Şükriye hanımda her dakika hesaba çekilmekten o kadar sıkılmıştı ki, artık kendini idare edemeyecek dereceye gelmiş, aklı dengesini de bozulmak üzereydi. Artık dünyadan ızdırap ve çile dolu sırlı bir hayatla uçup giden Cavad’ından sonra yaşamak neye yarardı ki. Ama şükriye hanımın daha çilesi dolmamıştı. Yaşayacağı daha çok şeyler vardı hayat yolunda. Bunlar sadece Şükriye hanımın çektikeri. Buna göre Ahmet Cevat’ın çektiği işkence ve sıkıntıları varın sizler düşünün.
İnsanlık tarihinde, kendisine asla yakışmayan binlerce kara sayfalar vardır. Bu kara sayfaların bazıları var ki, bütün ömrünü milleti ve vatanı için çileyle geçiren insanlara reva görülen insanlık dışı işkencelerdir. İşte tek sucu vatanını seven, vatanı için gençliğini feda eden bir insanın hanımı olmak veya o ailenin bir ferdi olmak...
Yıl 1938. Henüz Kocasının ayrılık acısı içinde taptaze olan Şükriye hanım ve onun gibi yüzlerce kadınla beraber, bunca işkenceden sonra yaşadığı sürgün hayatından tüyler ürperten bir kesit. Şükriye hanım anlatıyor;“ ...... trenden indirilince kocaları vatan haini olan kadınlar” geldi diyorlardı... masallarda anlatıldığı gibi, adam yiyen insanlar bizleri karşıladı. Bizler bu boyda, bu gövdede adamları ilk defa görüyorduk. Ellerindeki değnekler çok amansızdı.. bir şey olduğunda kafaya, omuza acımasızca vuruyorlardı.. niye.?. niçin..?. sorularına cevap yoktu.. Madem çekilecek suçumuz var elbetteki çekeriz.. değilmi ki, vatan ve millet uğrunda.. Ruslar yiyecek dünya nimeti adına pek bir şey vermiyorlardı hatta öyle bir hale gelmiştik ki, gece ve gündüzün farkını bile varamıyorduk. Günler geçtikçe açlıktan ayakta duracak takatımız bile kalmamıştı, ölecek duruma gelmiştik. Birlikte olduğumuz Ceyran hanım, sanki kuyunun dibinden sesleniyor gibi,
- Şükriye uyuyor musun.?
- Hayır..
- Ben de Şükriye.. herhalde ölüyorum.
- Ölme, dizlerini birbirine kenetle.. daha çekilesi meşakkatli günlerimiz var onları çekmeliyiz.
- Dizlerimi nasıl sıkayım Şükriye, takatım kalmadı ki, kaç gün oldu bilemiyorum, bize dünya nimeti adına hiç bir şey verilmedi ki, ölüyorum...
- Bende seninle birlikte... dur bak ben senden beter haldeyim. Aklıma bir şey geldi Ceyran, senin aklına gelen hayırdır inşallah. Sende iğne var mı.? Ne yapacağın iğneyi?
- Bizi açlığın mengenesinden kurtarırsa ancak bu kurtarır.
İğneyi parmağına batırarak parmağını teş.. ve parmağını teşerek kendi kanını emmeye başlar.
- Gözüme ışık geldi.. Allah’ım sen kerimsin......
Onlar bu halde bile rahat bırakılmıyorlardı. O haldeyken bile sıkı bir mesai altında çalıştırılıyorlardı.
“ Kocaları vatan haini ilan edilen kadınları muhtelif tezgahlara dağıtılmıştı. Şikriye hanım, dikiş bölümüne düşmüştü. Buna bütün kadınlar sevinmişti. Hayatlarının hiç bir garantısı olmayan kadınlar, böyle bir iş verilmesinden dolayı belki hayatlarının devam edeceğine bıraz daha ümitleri artıyordu. Bunun içindir ki, bütün mahkumlar kendi gücü ve becerisinden daha fazlasını yapmaya çalışıyordu. Yeter ki, bir parça ekmek versinlar. Yeter ki kadınlara insanlık dışı sert davranışları bıraz daha yumuşatsınlar.”
Artık kadın halleriyle bazı şeylere takatleri yetmiyordu. Günlerce az-susuz bırakılarak çalıştırılan, her türlü işkencelere maruz bırakılan, erkeklere gücü yetmeyen, yürekleri küçük acılara bile tahammül edemeyen bu analara, hangi insanlık bu kadar zülümü ve işkenceyi reva görebilirdi. İşte komünizm dedikleri sistemin temel taşlarını bunlar oluşturuyordu. Onun her taşına, her tuğlasına masum insanların kan izleri vardır.
Bununla da kalmıyorlardı. Bu işkence kampında akşamlara kadar çalıştırılan insanlara akşamları bile istirahat reva görülmüyordu.Yemek olarak bir kuru ekmek ancak veriliyordu. “ Akşam iş bitiminde kadınlardan bir grup şeçilerek ayırılıyordu. Şükriye hanımda bunların içindeydi. Gündüzleri göz kırpmadan görülen işlerden sonra sabah için bütün yemek hazırlama ve ekmekleri pişirmekte yine onlara düşüyordu. Şükriye hanım daha 8 yıl burda kalacak ve bundan beter ağır işlerle yüzyüze gelecekti. Ondan sonra... acaba ondan sonra rahat bir hayat olacak mıydı.?...
Evet; Kocaları birer birer ortadan kaldırılmış sıra kendilerıne gelmişti. Onlarda bunun farkındaydılar. Onlarda kocaları gibi hem kocalarına, hem de milletıne sadakat içindeydiler ve devam etmeye de kararlıydılar.
GÖY GÖL
Dumanlı dağların yeşil koynunda
Bulmuş güzellikte kemali, göy göl.
Yeşil gerdanlığı güzel boynunda,
Aks etmiş dağların cemali, göy göl.
Yayılmış şöhretin şarka, şimale,
Şairler hayrandır sendeki hale.
Dumanlı dağlara gelen suale,
Bir cevap almamış soralı, göy göl
Bulunmaz dünya’da benzerin bel ki,
Zevvarın olmuştur bir büyük ülke,
Olsaydı gönlümde bir yeşil gölge,
Düşseydi sinene yaralı, göy göl.
Senin güzelliğin gelmez ki, saya
Koynunda yer vardır yıldıza, aya,
Oldun sen onlara mihriban daye ,
Felek busatını kuralı, göy göl.
Kesin eyş-nuşi, gelenler susun,
Dumandan yorganı, döşeği yosun,
Bir yorgun peri var biraz uyusun,
Uyusun dağların maralı, göy göl.
Zümrüt gözlerini görsünler diye,
Çamlar boy atmıştır, uzanmış göğe,
Geçmiştir onlara gazabın niye?
Düşmüşlerdir senden uzağa göy göl.
Dolanır başında, gökte bulutlar,
Bezenmiş aşkınla çiçekler, otlar.
Öper yanağından kurbanlar otlar,
Ayrılık gönlünü kıralı, göygöl !
Bir sözün var mıdır esen yellere,
Siparış vermeğe uzak ellere...
Yayılmış şöhretin bütün ellere,
Olursa olsun goy nereli, göy göl..
|