Asıl adı Ahmet Cevat AHUNDZADE’ dir. 5 mayıs 1892 yılında Gence yakınlarında bulunan Şemkir İlinin Seyfeli kasabasının Mehirli köyünde dünya’ya geldi.Annesi Yahşı hanım, babası çevresinde saygınlığı ile tanınan İmam Muhammed Ali Beydir.
Ahmet Cevat, doğduğu günlerde aileye ayrı bir mutluluk ayrı bir bereket getirmişti. Adının koyulması hakkında iki değişik riveyet vardır. Bunlardan birisi; Babası adını koymak için eline kur’an-ı kerimi alır “ bismillah” diyerek bir sayfa açar. Bu sayfada karşısına çıkan ilk isim “Cevat” olduğundan adını “ cömert ” manasına gelen Cevat koyar ve oğlunun doğumundan duyguğu mutluluğu, Allah rızası için üç gün üç gece yemek verir. Başka bir rivayete göre de; Ahmet Cevat’ın dedesi olan büyük müctehitlerden meşhur Gence Hanı Cevat Han’ın isminin koyulması idı. Cevat Han da hayatını vatanı ve milleti uğrunda feda etmiş büyük bir şahsiyetti. Bu insanın kahramanlıkları, vatan ve milleti uğrunda şehit olması, dillere destan olmuştu. Baba Muhammed Ali Bey, oğlunun dedesine benzemesi, dileğiyle adını Ahmet Cevat koyduğu rivayet edilir.
2.1 Çocukluk Dönemi
Cevat, 5 yaşındayken Kur’an okumaya başlar, 7 yaşındaykan de hafızlığını tamamlar. Babası kendinin ve ailenin saygıylığının devam edebilmesi için, oğlunu da kendi duygu ve düşüncelerine göre yetiştirmek, çevresinde saygın bir kişi, devletine ve milletine yararlı bir şahsiyet olmasını istiyordu. Bunun için baba Muhammed Ali, daha küçük yaşlarda olmasına bakmayarak Onu, döneminin münevverlerinin katıldığı sohbet toplantılarına götürüyor, ruh ve gönül dünyasının o meclislerdeki atmosfer içerisinde olgunlaşmasını istiyordu. Ahmet Cevat’ın bu hayat devresi, “ ömrümün tarihi ” olarak nitelendirdiği Gence medresesine başladığı 1906 yılına kadar devam eder. Ahmet Cevat, bu yıllarda Gence’deki Şah Abbas mescidi nezdindeki dini seminerlere iştirak etmiştir.
Ahmet Cevat, üzüntü ve kederle ilk defa babası Muhammet Ali Bey’in ölümüyle tanıştı. 1900 yılında daha 8 yaşında iken ilk gönül mimarı olan babasını kaybetti.
Cevat’ın medrese hayatı 1906 yılından başlayarak, 1912 yılına kadar devam eder. Gence medresesi onun hayatının şekillenmeye başladığı ikinci devredir. Burada başarılı bir tahsil hayatı geçirir. İlahiyat, Kur’an Kerim, Rusça, Arapça, Farsça, Tarih ve Coğrafya dersleri onun en başarılı olduğu dersler arasında idi. İlk eğitim ve öğretim hayatına başladığı Gence medresisini kendi ömrünün bir dönüm noktası olarak kabul etmesi, mana adına ruh ve gönül dünyasının ilk defa buranın ışığıyla aydınlanmasına bağlamaktadır. Bu duygusunu:
Aklımdan hiç çıkmaz, o geldiğim gün
Başladı tarihi benim ömrümün[1]
mısralarıyla ifade etmişti. Gence medresesinde Arapça, Farsça tahsilinin yanında; Kur’an, Hadis, Akaid eğitimini de başarıyla tamamlar. Bu dönem kendi tabiriyle de “ ömrünün tarihi ” olarak, hayat dinamiklerine ayrı bir halka daha katmıştır.
Ahmet Cevat, daha küçük olmasına rağmen, yaşından beklenmeyen sözleri ve zekasıyla etrafındaki insanları adeta büyülüyordu. Konuşurken seçtiği kelimeler, kullandığı ifadeler onun yaşından çok daha büyüktü. Çünkü onun hayattan beklentileri çok farklıydı. Çok çalışıp, başarılı olmak, milleti uğrunda yapacağı her işte en önde olmak, temsil ettiği davayı en güzel bir şekilde temsil etmek, kendi alanında çok başarılı olmak ve hepsinden önemlisi adını aldığı Cevat Han gibi, vatanı için hayırlı işlere imza atmak gibi bir ideali vardı ve öylede oldu. Çoğu insan mal-mülk edinip, rahat bir hayatı düşlerken, O, rahat yerine çile ve ızdıraplarla dolu bir hayatı seçecek ve o yolda da ömrünü tamamlayacaktı.
Onu tanıyanlar onun zekasına hayrandılar. Zekası hakkında sadece “ Allah (cc) vergisi ” demekle yetiniyorlardı.. “Şairlikte, Öğretmenlikte, Tercümecilikte, hitabette... Her şeyde önde olmak arzusuyla doluydu. Bunu da başarmıştı. Onun başka bir hususiyeti ise, müthiş bir ikna kabiliyetinin olmasıydı. ” [2] İşte bütün bunlar daha önceleri babasıyla gittiği, körpe denebilecek yaşlarda boyandığı o manevi ruh ve manevi dinamiklerle dopdulu olan meclislerin eseriydi.
Ahmet Cevat, 45 yıllık hayat yolunda defalarca ölüp ölüp dirilmişti. Hayatın bütün zorlukları onun daha küçük yaşlarda yakasına yapışmış, ömrünün sonuna kadar da ellerini yakasından çekmemişti. İnsanlık tarihinde belli bir makama gelen, halk tarafından kabul edilen önder insanlar, mutlaka hayatlarının belli bir bölümünü çıle ve ızdırap atmosferinde yaşamışlardır.
Ahmet Cevat, daha çok genç denebilecek bir yaşta 16 yaşında öğretmenliğe ilk adımını atar. Ahmet Cavad, 1096-1912 yılları arasında Gence medresinede ilk tahsili alır. 1913 yılında Kafkaz Seyhül İslamı Pişnamazzade’nin imsazı ile öğretmenlik diplomasını alır. Bu yıldan itibaren öğretmen olarak çalışmaya başlar. 1915-1920 yılları arası Şimkir, Gedebey, Zaqatala ve Gence’de görev yapar. 1920-1922 yılları arası Qusar rayonunun Xulug kendinde Türk ve Rus dili öğretmenliği vazifesinde bulunur. O, değişik aralıklarla Okul müdürlüğü, Rayon maarif müdürlüğü görevlerinde de bulunur.
Ahmet Cavad, 1922 yılında Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesine girer ve 1926 yılında burayı başarıyla bitirir. 1927 yılında Baku Pamukçuluk İnstutusunda, daha sonraları da Azerbaycan Kend Tasarrufatı Instutusunda Türkçe ve Rusça bölümlerinde dersler vermeye başlar. Çalıştığı bu dönemlerde doçentlık ünvanını ve nihayetinde de aynı üniversitede Profösör ünvanına layik görülür.
Kırkbeş yıllık ömrünün 29 yılını, peygamber mesleği olan öğretmenlikle geçirir. O, her simaya milli ruh ve milli düşünceyi yerleştirmeyi kendisine bir borç biliyordu. Zaten hayatı boyunca milletinin HAKK bağıran sesi olmuştu. Bu duygusunu;
Soranlara ben yurdun,
Anlatayım, nesiyim.
Ben çiğnenen bir ülkenin
HAKK bağıran sesiyim. diye dile getiriyordu.
Onun hayatında boş oturma, başkalarının eline bakma ve onlardan birşeyler beklemenin yeri asla yoktu. Bir yandan hayır cemiyetlerinin faaliyetlerine koşarken diğer bir yandan da öğretmenliğe devam ediyordu. Öğrencilerinin gönül dünyalarını aydınlatırken, bir yandan değişik yerlerden gelen feryatlara değişik gazete sayfalarından cevap veriyordu. Bir eğitimci olarak faaliyet gösterdiği yıllarda değişik dillerden bir çok eseri Azerbaycan diline tercüme ederek, Azerbaycan halkının kültür dağarcığını zenginleştiriyordu. Öyle bir hoşgörü insanı olmuştu ki, her kesim onu takdir ediyordu.O kadar ki, Ruslar, 16 yaşında öğretmenliğe başlamış bu zeki gence Azerbaycan milleti içerisinde ilk Rus dili Profösörü ünvanı veriliyordu. O hayatı boyu hep bir bahçıvan olup, güller yetiştirmek ve o güllerle vatanının her köşesini gül bahçelerine çevirmek istiyordu. Her çiçeğin kendi renginde, kendi güzelliğinde ve kendi kokusunda kokmasını istiyordu. Ona ayrı bir ünvar verilecekse, gönlü insan sevgisiyle dopdolu olan “ Gönül İnsanı” ünvanı verilmesi daha uygun olurdu.
Cevat, içindeki bu yardım duygusunu tatmin etmek için,1912 yıllarında daha genç denebilecek yaşlarda Türkiye’de kurulan “ Kafgaz Gönüllüler Cemiyeti” ne üye olarak, zülüm görmüş, darda kalan insanlara yardıma koşmaya başlamıştı. Artık onu kimse durduramazdı. Kabına sığmıyor, gece gündüz insanlık için koşuşturuyordu. Hatta onun için bu konularda milliyet söz konusu olamazdı. Kendisiyle beraber yanına topladığı vatanperver insanlarla koşuşturmaya başlayan Cevat, yine kendisi gibi vatanperver bir şair olan Abdullah Şaik’le beraber Balkan şavaşlarıyla kötü günler yaşayan Türk insanın yardımına koşmuştu. Bununla da yetinmeyen , kendi arkadaşlarıyla bir araya gelerek değişik isimler altında hayır cemiyetleri kurar. Kurdukları bu cemiyetlerle, Kars, Sarıkamış, Batum, Ardahan ve Gürcistan’da Ermenilerin zülmüne uğrayan insnalara yardıma koşarlar. 1915 yılında Rus ve Ermenilerin katliamlarına sahne olan Kars ve Erzurum halklarına büyük yardımlarda bulunmuşlardı. “Ayın 6 sında “Müslüman Hayır Cemiyeti ”nin yetkili şahıslarından Dr Sultanov ve Sefikurski cenabları, Azerbaycan hükümeti tarafından harpzedelere yardım için toplanan içyüzmilyon rübleden ibaret olan paranın 30 bini Ardahan’a, 60 binini Soğanlık, Zaruşte ve Horosan’a dağıtmak üzere ve orada toplanacak olan “ mahal komitesi ” nin şurasına katılmak üzere Kars’a gönderilmişlerdi” [3]
Bu komite ve hayır cemiyetlerin başında bulunanlar, gittikleri yerlerde sadece maddi yardıma ihtiyaç olanları tesbit etmiyordu. Sadece Türk soyundan olanlara yardımda da bulunulmuyordu. Onlar gönüllerini herkese ve her millete açmışlardı. Gittikleri yerlerde gördükleri manzaralar karşısında, insanlığın en büyük düşmanı olan cehaleti de görmezlikten gelemiyor ve bazı yerlerde onu en önemli amil olarak görülüyordu. Batum müslüman birlik cemiyeti 18 Temmuz 1917 tarihli Açık Söz gazetesinde bir makale neşrederek müslüman halka şöyle sesleniyordu. “..... Sayılara 2-3 bine varmayan bu müslümanların, bilgi yönünden çok zayıf oldukları da anlaşıldığından, her şeyden evvel bunların okumaları için bir okul açmaya karar verdik. Açılacak okulun sınıflarını tamir etmek, etrafını eğitim ve öğretime uygun hale getirmek gerekiyordu. Yerli müslümanlar Gürcü oldukları için, hiç olmazsa onlar kendi yerli mekteblerinde çocuklarını okutabilirler. Değişik yerlerden buralara göç etmek zorunda kalan Azerbaycan Türk’ü, Laz, Acaristanlı ve Kürtler çocuklarını okutmak için Türkçe hiç bir okul olmadığından burada rezillik çekiyorlar. Bunların bu rezilliklerini ortadan kaldırmak için, “birlik” cemiyeti sizin himayenize güveniyor.
Size uzatılan bu kardeş elini, geriye boş olarak çevirmeyeceğinizi ümit ediyoruz. Okul ve maarif hürriyetin ocağıdır. Hürriyet ve islamiyet namına, Batum’da yaşayan müslüman kardeşlerimize, bir okul açacak kadar yardımcı olunuz.[4]”
Evet, o hep derdi ve ızdırabı soluklayarak, dert ve ızdıraplarla dolu bir dönem yaşamıştı. Şiirleri dilden dile dolaşıyordu ama, o şiirlerin bir gün hayatına mal olacağını belki de hiç aklına getirmiyordu. Bir yandan kendi etrafındaki insanına HAKK’ı haykırmaya çalışırken diğer taraftan da, Rusların amansızca baskılarına boyun eğmiyerek dim dik ayakta durmaya çalışıyordu.
O dönemde hep bir aşina çehre aradı durdu. Çığlıklarına kimse cevap vermiyordu. Çevresindeki insanlar adeta gassalın elinde meyyit gibi, sessiz ve ölgündü..
Ahmet Cevat kendi milletine çok bağlıydı. Şiirlerinde sürekli bunu vurgulamakla beraber, bazı eksik taraflarını da açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Hatta bütün bu zülüm ve dertlerin altında inim inim inlerken, aynı kanı, aynı ismi taşıyan, aynı milletin adıyla anılan insanların hiçbir şeyden habersiz, sessiz hayatlarını devam ettirmeleri onu iyice çileden çıkarıyordu. 30 nisan 1914 yılında İkbal Gazetesinde yayınlanan “Yeni nesil ve içtimai yaralarımız” adlı makalesinde “Mikrobun ne olduğunu tanımayan kanımız, yüz defa tahlil edilse içinde ne kadar hastalığın yaşadığını göreceksiniz. Biz bu durumlara nasıl düştük, biz böyle şeylere asla layık değildik. Fakat elden ne gelir ki... Kanımızın bir damlasına gıpta ile bakan, sayıca bizlerden çok küçük olan milletler, böyle şeylerle bizim yolumuzu kesip, kendileri nüfus sayısı olarak bizi çoktan geçtiler. Bununlada kalmayan bu milletler, bizi yok etmek için kökümüze musallat oldular” [5]
Ahmet Cevat, Batum’un sayılı zengin ve soylu bir aile mensup olan Süleyman Bey’in kızı Şükriye hanımla evlenir. Takvimler 1916 yılını gösterirken, Şükriye hanım 14, Ahmet Cevat ise 23 yaşlarındaydı. Şükriye hanım Ahmet Cevat’la ilk tanışmalarını şöyle anlatır “ Babamın tacir dostları çoktu. Her Batum’a geldiklerinde bize uğrarlardı. Yine bu tacirlerin geldiği bir gündü. Bu defa kadınlar için Mısır’dan ipek kumaşlar getirmişlerdi. Ben bu kumaşları terzi olan komşumuza götürürken yolda, uzun boylu, nazik, kumral gözlü, yüzü ay gibi parlayan 22,23 yaşlarında bir delikanlı olarak ilk defa görmüştüm...”[6] Ahmet Cevat’ın Batum’a geliş sebebi ise, I. Dünya savaşında yoksullara, kimsesizlere, hastalara, göç edenlere milliyetine bakmayarak yardım eden, hayırsever bir insan olan Süleyman Bey’den kurdukları hayır cemiyetine yardım istemekti.
İlk defa karşılaştıkları Şükriye hanıma Cevat’ın gönlü de ısınır. Ahmet Cevat bir dostu vasıtasıyla bu hayırsever insanın kızını istedir. Ama baba Süleyman Bey, Ahmet’e kızını vermeyeceğini bildirir. Bunun üzerine biribirini seven bu iki genç kaçmaya karar verir ve kaçarak evlenirler. Soylu bir aileye mensup olan Süleyman Bey, bu kaçma hadisesini gururuna yediremez tam 20 yıl kızına gelip-gitmez. İlk defa 1935 yılında kızını, damatını ve torunlarını görmeye Şamxor’a gelir ve bu küslük aradan kalkar.
Ahmet Cevat ve Şükriye çifti tam 21 yıl beraber bir hayat sürdürürler. Bu hayat Şükriye hanımın tabiriyle, gökte Allah’a, yerde Ahmet Cevat’a sığımaktı. Ama hayatları hep böyle devam etmemişti. Vatan ve millet aşkı, onların hayatına ayrı bir sahife açmıştı. Bundan sonraki hayatları çile ve ızdıraplarla, sürgünlerle doluydu.
Bu kısa denebilecek evliliklerinden Niyazi, Aydın, Tukay, Yılmaz ve küçük yaşlarda vefat eden kızı Elmas dünya’ya gelir. Elmas’ın küçük yaşta vefat etmesi Ahmad Cevat’ı büyük üzüntüye sevkeder. Bu üzüntüyü kızına şiirle dile getirir;
Kudretim olsaydı, yazabilseydim,
Bir kağıt üstüne bu derdi, kızım!
Senin musibetin, benim derdimden,
Neyleyim ki, kat kat beterdi, kızım[7]
Yılmaz daha sütten kesilmemişti ki, Şükriye hanım 8 yıllığına Kazakistan’a sürgüne gönderilir. Bu süre içerisinde Yılmaz nenesi Yaxşı hanımın himayesinde kalır. Yahşı hanım Şükrüye hanımın dayandığı bu çile ve ızdıraplı hayata daha fazla dayanamayarak vefat eder. Yılmaz bundan sonraki hayatını Anaxanım ve Meleyke hanımın yanında devam eder. Daha sonra Yılmaz kimsesizler evine yerleştirilir. Şükriye hanım sürgünden döndüğünde dünyada kalan tek oğlunu aramaya başlar. Büyük bir çabadan sonra oğlunu kimsesizler evinde hasta olarak bulur. Bulur ama, Yılmaz’la çok küçük yaşlardan ayrıldığından Yılmaz, anasını tanımaz. Meleyke hanım anasının Şükriye hanım olduğunu söylese de, Yılmaz anası olarak hala Meleyke hanımı görmektedir. Bütün yıl Yılmaz’la buluşmanın hayalini kuran Şükriye hanım, değil oğlunun anam diye boğazına sarılması, onu tanımaması Şükriye hanıma adeta yıkmıştı. Bu hadiseler Yılmaz’ın gerçek anasının kim olduğunu öğreninceye kadar devam eder.
Ahmet Cevat’ın neslinden şu anda yaşayan tek insan Yılmaz AXUNDZADE’dir. Yılmaz Hukuk eğitimi almış olmasına rağmen, babası gibi şiir yazan tek oğludur. Onun kılıcı diliydi. Zalimlere karşı onunla mücadele veriyordu. Diline hakim olamayanlar, değişik yollarla onu susturmaya çalışıyorlardı. Her şiir yazışında karşısında düşmaları tarafından insafsızca eleştiriliyordu. Oğlu Niyazi daha sonraları babasının bu durumunu şöyle ifade edecekti. “Ahmet Cevat ilhamlı ve hararetli bir şairdi. Aslında o büyüleyici şiirlerinin sayısı çok daha fazla olabilirdi. Ona karşı cephe alanlar, Onun moralini öyle bozuyorlardı ki, hiçbir şey yazamıyordu. Eğer kuvvetli bir iradeye ve geleceğe ümitle bakmamış olmasaydı, bütün bunlara tahammül edemezdi. Çoğu zaman yüreğinde canlanan his ve duygulardan kaçmak zorunda kalıyordu. Ne zaman devrin şartlarına uygun faydalı birşey yazmak istese, onun ruh haletini bozuyorlardı... .”[8]
***
Soranlara ben bu yurdun
Anlatayım nesiyim
Ben çiğnenen bir ülkenin
HAKK haykıran sesiyim [9].
Evet, o bir yandan yanıbaşındaki kardeş diyebileceği insanlarla da uğraşmak zorunda kalırken, kimseyi kırmak istemiyor ve herkese sevgiyle muhabbetle yaklaşmak istiyordu; ama her defasında da hayal kırıklığına uğruyordu. “ Bizi bizden olanlar yıktı” sözüde yine onun ruh haletini anlatıyordu.Türkiye halkı olarak zor günlerin yaşandığı yıllarda bile, Türk milletinin Kafkaslarda sesi soluğu olmaya devam ediyordu. Herkesin suskunluğa büründüğü o günlerde Kafkazlardan bizim adımıza yükselen bir ses vardı. Osmanlının 1. dünya savaşına katılmasıyla kaleme aldığı ve yıllardır kulaklarımızda yangınan;
Çırpınırdı Kara deniz
Bakıp Türk’ün bayrağına
Ah diyordun hiç ölmezdim
Düşebilsem ayağına...” [10] diye devam eden nefis şiirini kaleme almıştı. Yüreği yerinde durmuyordu. Ellerine kelepçe vuranlar, diline hakim olamıyorlardı. Türkiye’de herkesin dilinde olan bu şiirin, Ahmet Cevat’a ait olduğunu belkide çokları tarafından bilinmiyordu. O, Türkiye ve Türk insanının dertleriyle çok yakından ilgileniyordu.
Şair, hayatı boyunca hayaliyle yaşadığı öğretmenlik mesleğine henüz başlamıştı ki, 1. Dünya şavası patlak verdi. Bununla birlikte Peygamber mesleği olan öğretmenliğe bir başka cephede devam eder. Gönlündeki derin yardımlaşma duygusunu tatmin etmek için, fırsat bu fırsat diyerek, şavaşan halklar arsında dolaşmaya başlar ve her konuda onlara yardım etmeye çalışır.
O kadar engin bir dünya görüşüne sahipti ki, yardım için açtığı kollarının genişliği, Dağıstan’dan Gürcistan’a, Batum’dan Kars’a, Ardahan’dan Balkanlara kadar uzanmıştı. Onun bir eli Azerbaycan’da bir eli Türkiye’deydi. Balkan savaşlarında bizzatihi Türk ordusu safları arasındadır. Canı bir, kanı bir, dili bir, dini bir Türkiye’ye karşı ayrı bir sevgisi ve bağlılığı vardı. 1918 yılında Nuri Paşa komutasında Türk askerinin Bakü’ye gelip Azerbaycan halkının yardımına koşması, onda ayrı bir heyecan ve sevgi meydana getirmişti. Onun Osmanlıya karşı bu sevgisi şiir dizelerine ayrı bir ruhla dizilmiş ve hala Türkiye’de büyük bir coşkuyla okunmaktadır;
Çırpınırdı karadeniz
Bakıp Türk’ün bayrağına
“Ah” diyordun hiç ölmezdim
Düşebilsem ayağına[11]! ... diye devam eden meşhur şiiri bunlardan sadece biri. Şair başka bir şiirinde Türk ordusuna duyduğu hayranlığı “Türk Ordusuna” alı şiiriyle şöyle dile getiriyordu.
Ey şanlı ülkenin, şanlı ordusu,
Unutma Kafkaz’a girdiğin günü,
Gelirken kovmaya Turan’dan Rus’u
Ayağını kara deniz öptü mü?[12]
BirinciDünya şavaşı yıllarında Türkiye’nin durumu Ahmet Cavat’ı oldukça üzmekteydi. Çünkü Türkiye’ye ayrı bir vatan gözüyle bakmıyor, onu kendi toprağı olarak, milletini kendi milleti olarak kabul ediyordu. O sıralar Azerbaycan’ın değişik yerlerinde toplantılar düzenleniyor, Anadolu Türk’ünün yardıma koşmak için, büyük çabalar sarfediliyordu.
Ahmet Cavad bizzat bu organizasyonların içinde yer almış, eli-kolu bağlanmış Anadolu Türkü’nü yalnız bırakmamıştı. Bu toplantılarda kadınlar bileziklerini, takılarını ortaya koyarken, Bakü dilencileri de günlük dilendiklerini ortaya döküyorlardı.
Mavi gözlü İstanbul’un İngiliz esaretine düşmesi, Ahmet Cavad’ı çile ve izdırapla iki büklüm hale getirmişti. Onun istanbul’a ayrı bir sevgisi vardı. Çünkü kendi ruh ufkunu aydınlatan hocaları İstanbulluydular. İstanbul’un dünya üzerindeki konumunu ve bu konumun Türk milletine neler kazandıracağını çok iyi biliyordu. Elinden çok fazla bir şey gelmiyordu ama, böyle durumlarda tek silahı kalemiydi ve öylede yapmıştı. Gönlündeki yağmur damlaları kaleminden beyaz kağıt üzerine damlayınca ortaya “ İstanbul “şu mısralar çıkmıştı;
Ben sevdiğim mermer sineli yarım,
Diyorlar koynunda yabancı el var.
Bakıp ufuklara, uzak yollara
Ağlıyormuş, mavi gözler akşamla.
Ah, ey solgun yüzlü İstanbul,
Mavi gözlerin çok baygın İstanbul..[13] ... diye devam ediyordu. Şaiir İstanbul’a bu şekilde seslenirken, gözünü mukadesatımıza ve namusumuza diken ingilizlere de gerekli cevabı “ İngiliz” adlı şiiriyle veriyordu.
Bakü’ye gelmişsin selam vermeye
Giderken Kabeye hacı kervanı
Hacılar yoluna çıkan İngiliz.
Sen bağla her yolu, süngüm tez açar,
Üç ayda gelenler, üç günde kaçar
Zannetme kurşunum havalı uçar
Türktür bu kurşunu atan, ingiliz [14]
Ahmet Cavad’ın eli, Türk halkına uzanan en pak ve en temiz ellerden biriydi. Öğretmenlik mesleğinin daha baharındayken mesleğine ara vermesinin yanında O, bu duygularını çoşkuyla insanlığa başka bir şekilde hizmet olarak vermekle kendini tatmin ediyordu. Bununla da kalmayıp yakın arkadaşlarıyla Türk halkının imdadına daha rahat koşmak için “ Cemiyeti Hayriye ” adında bir hayır cemiyeti kurarlar.
“Şair Bakü’de neşr olunan bir kaç gazeteninde muhabiriydi. Gittiği her yerde “ Cemiyeti Hayriye” vasıtası ile, yaralılara, esirlere, Türkiyeli askerlere, dul kalan kadınlara, yetim kalmış çocuklara, sakatlara ve kimsesizlere maddi ve manevi yardım ediyordu.” [15]
O, insanlık aşığı birisiydi. Hayatı boyunca hiçbir zaman kendi menfaatlerini millet ve insanlık menfaatleri önünde tutmadı. Hep insanlık için çırpıntı, onu aradı, onu uyardı, düşmesi muhtemel tuzaklara daha düşmeden onların elinden tutmaya çalıştı. Onun topu, tankı, silahı, mermisi yoktu. Onun insanlık ve Türk milleti sevgisiyle şahlanmış, iman dolu bir sinesi vardı. Onun gönlünün derinliklerinden gelen, o bülbül gibi nağmeleriyle, milletinin kalb ritimlerini değiştirebilecek tatlı ve tesirli bir dili vardı. Ve kendisini ifade ederken de hep aynı duygular içerinde kendisini “ Ben Kimim?” şiiriyle ifade ediyordu.
Soranlara ben bu yurdum,
Anlatayım nesiyem
“HAKK” haykıran sesiyem[16].
Ahmet Cavad , bir yandan değişik hayır cemiyetleri vasidasıyla halka yardıma koşarken, diğer taraftan da şiirleriyle halkın moralini yüksek tutmaya gayret gösteriyordu. Türk dünyasının içinde bulunduğu felaketleri, büyük katliamları, halkımızın başına getirilen oyunları bir şiirleriyle;
Cesedlerle dolmuş karların altı
Aylar var ki, dinmez yiğitler atı. [17] dile getirirken, milletimize yapılan zülüm ve işkenceleri dökülen kanları vurgularken, kendisini ve bütün inananları insanlara karşı yardım etme mucburiyetinde olduğunu;
Vicdanım emr etti imdada geldim,
Mazlum sesi duydum, imdada geldim .
mısralarıyla dile getiriyordu. Hep ızdırap yaşadı ve ızdırap solukladı. Saraydan kız almasına rağmen bir dafa dahi olsa saray hayatı yaşayamadı. Bir tarafa çekilip, başkalarının yaptığı gibi sessiz kalabilir, kendi rahat ve rehavetini düşünebilirdi. Ama içindeki, vatan millet sevgisi bütün bunalara bir set çekiyor, içindeki yanan ateşleri bir türlü söndüremiyordu. Defalarca “ Sana ne, senden başka milletini düşünen yok mu? Rahat bir hayatın var, otur keyfine bak. Sen kimsin?” gibi hoşa gitmeyen, onu üzüntüye boğan sözlerle çok muhatap olmuştu. Ama herşeye rağmen bunlara aldırış etmiyordu. Her türlü işkenceye, zorluklara katlanabilirdi, ama milletinin ve dininin ayaklar altına kalmasına asla razı olamazdı.
Onun hayatı boyu düşündüğü tek şey vardı. Vatan ve milletine sahip çıkacak insanlar yetiştirmek, onlarla dünyaya sevgi ve muhabbet ulaştırmaktı. Çektiği bütün sıkıntı ve ızdıraplar, şuursuz ve cahil kendi insanının davranışları yanında adeta sönük kalıyordu. Soydaşlarının bu halleri hiçbir zaman onu ye’se düşürmemişti. Zaten doğduğundan beri onun hayatında ümitsizliğin yeri yoktu. Geleceğe hep ümitle bakıyor, halkını bu illetin yamaçlarından uzaklaştırmak için elinden geleni yapmaya çalışyordu. Bahçesindeki bütün gülleri solsa da, semalar yağmur vermese de, güneşler ufuklardan kaybolsa da, o bunu bir ümitsizlik nişanı olarak asla görmezdi. Çektiği sıkıntı ve zAhmetleri bir şiirinde söyle dile getiriyordu;
Bir gül ektim, açılmamış derdiler,
ZAhmetimden bana bir diken kaldı.
Emek çektim, gün geçirdim, gül ektim,
Emeğimden bana bir fidan kaldı.
Ne yazım yaz, ne de günüm gün oldu,
Gönlümün çiçeği açmadan soldu.
Kanadımı bir uğursuz el yoldu,
Yerinde bir damla kuru kan kaldı”[18]
Ahmet Cevat, yaşadığı hayat itibariyle, Türkiye’nin İstiklal şairi Merhum Mehmet Akif Ersoy’la berzerlik arzetmektedir.Yaşadıkları çileli bir hayatla, birbirlerinden uzak olmalarının yanında, manen ve ruhen bir birlerine bu kadar yakın olan bu insanlar, bu yakınlığı yazdıkları şiirleriyle ortaya koyuyarlardı.
Ahmet Cevat, dertleri altında inim inim inliyor ve ülke insanının perişan hali karşısında, kendinden geçiyordu, “Of Bu Yol” şiiriyle duygularını şöyle ifade ediyordu.
Ey Allah’ım yanılttın, her bir doğru adımı
Yoksa, yoksul dünyadan, adaletin kalktı mı?
Ey dinlinin dinsizin, inandığı son kuvvet
Kalmadı mı sende de, insanlara merhamet
Ben ki, bilmek isterdim, kimler ağlar kim güler
Onun için etmiştir, felek beni derbeder … [19]
Aynı dertlerle iki büklüm olan M.Akif, aynı duygu ve düşünceyle kendinden geçerek söyle diyordu;
Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı ?
Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı !
Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
“yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderıyorsun !
……………………………………………………………
Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahi ?
Ağzım kurusun … Yok musun ey adl-i İlahi![20]
Bakıldığında bu iki şiir arasında çok fazla bir fark olmadığı net bir şekilde görünecektir. Yaşadığı dönemin insanlarına sesini gerektiği gibi duyuramamanın ızdırabını da kader yüklemişti sırtına Ahmet Cevat’ın.
Onlar, herşeyden evvel insanımızı içinde bulunduğu cahaletten kurtarmayı birinci vazifeleri saymış ve ömürlerinin belli bir devresini irşad ve tebliğe harcamışlardı. Her ikiside ilimsiz cahil bir milletin, milli ve manevi değerlerini koruyamayacağını, zamanla bu duyguların dumura uyrayıp yok olacağını, böyle bir milletin de kendi ayakları üstünde duramayacağını, anlatmaya çalışıyorlardı.
Ey kardaşlar! Bir zamanlar ilimsizlik dumanı
Cehaletin kor pençesi kaplamıştı her yanı
Kur’an nedir ? anlamadık,
Vatan nedir.? Bilmedik,
Karşımızda yetimlerin göz yaşını silmedik,
Ağlanacak bir hal idi, kendimizde görürüdük,
Dilimizin, dinimizin gitmesine gülürdük…[21]
Merhum Mehmet Akif ise;
Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla imanın:
Ne müthiş bir kahramanlık çarpıyor göğsünde kur’anın!
O vicdan nerdedir, lakin? O iman kimde var? Yazık!
Ne olmuş, bende bilmem, pek karanlık şimdi duygular!
O imandan çok az olsaydı millette,
Şu üçyüzelli milyon halkı görmezdim böyle horlanmış halde![22]
Hayatı boyunca hep insanlara yardım için koşuşturmuş olan bu insan, nerede bir hayır işi ve hayır cemiyeti varsa orada olmuştur. İlk defa 1912 yılında Azerbaycan halkı için yardım toplamak amacıyla Türkiye’ye gider. Burada değişik şehirleri gezerek, yardım toplar.
Ne yazım yaz, ne kışım kış ne günüm gün oldu
Kanadımı bir uğursuz el yoldu
Yerinde bir damla kızıl kan kaldı..[23]
Cevat, bu şiiriyle adeta her yönden çileyle çepeçevre sarıldığını, yaşamından bir lezzet alamadığını, sonunda da bu topraklar üzerinde arkadan gelecek güllere su olabilecek bir damla kan bırakarak, bu dünyadan ayrılacağını anlatıyordu.
Cevat, bileği bükülmez bir yiğitti. Bakü zindanlarında eline ayağına zincirler vuruldularsa da, kimse dilkine kilit vuramıyordu. Zaten, onun gözünde dünyada yaşama arzusu, hayatını hayat etme sevdası yoktu. Hayelleri hep yüceydi
O, bütün bunlarla uğraşırken Ruslar tarafından da vatan haini ilan ediliyordu... Bazıları Cevat’a boş ver.. neyine lazım.. yaşamana bak... güzel bir ailenen rahat bir yaşantın var demelerine rağmen o hiç aldırış etmiyordu.. bilmiyorlardı ki, bu söylenilen şeyler Cavad için yaşamak değil, dizüstü sürünmek demekti.. Ahmet’in bu sözlere kulak asmadığını görünler ise, bu defa da; “Sen kimsin.! Sana ne..bu milleti sen mi kutaracaksın” diyerek” onu yolundan döndürmek isteyen ham ruhlarda vardı. O, “ Sen kimsi ki,...” diyen bu hissiz insanlara kendisini şöyle ifade ediyordu..
Soranlara ben bu yurdun ,
Anlatayım nesiyim:
Ben, çiğnenen bir ölkenin,
“Hak!” bağıran sesiyem![24]
Ahmet Cavad, bu mısralarıyla sadece kim olduğunu değil, aynı zamanda ülkenin zor durumunu da gözler önüne seriyordu. Ülke içindeki insanıyla beraber, çalışılıyor, adeta ağızlara alınan bir et parçası gibi çiğneniyordu.. Evet. Bakü zindanlarında insanlara reva görülmeyecek derecede işkenceye , darbelere maruz bırakılarak, kolu kanatı adeta bir ağaç gibi budanıyordu. Bir yandan vatanına kasdedenlerle uğraşırken, diğer taraftan da kendi insanına hakikatı haykırmakla meşguldu.
Evet, o susturulamayan bir dildi. 1920. yıllarda kendisine karşı artan baskılar altında, sanki milletine ve devletine olan bağlılığı daha da artıyordu. Tek bir isteği vardı insanlardan. Onlardan iki yüzlü olmamalarını, gözünü açmalarını, kimin dost, kimin düşman olduğunu anlamalarını istiyordu.
Bir el benim boğazımı sıkardı,
Yol vermedi, deyim, gülem, konuşam.
Gözyaşlarım sular gibi akardı,
Yurt oğluna, koymadı ki konuşam[25]
Hala kulakları olduğu halde duymayan, gözleri olduğu halde görmeyen, kalpleri olduğu halde hissetmeyen şarlatanlar, vicdansızlar, yurdunun düşman çizmesi altında çiğnenmesine gözyumanlar vardı. Şair onlara gerekli cevabı da şöyle veriyordu:
Göstermesen bundan sonra sen erlik,
Beşgün çekmez yurdun, yuvan dağılır.
Kardaş gibi eylemesen hep birlik,
Yine girer toprağına yayılır.[26]
Bütün bunlara rağmen, milli ve manevi duygularla beraber bir millet yok edilişin eşiğine götürülüyordu. Artık onun gecelerde uykusu yoktu. Dert ve ızdırapla sarmaş dolaş, milletine bir çıkış yolu arıyordu. O, milletinin dertleriyle iki büklüm olmuştu. Geceleri dahi uyumuyor, sürekli milleti için bir çıkar yol arıyordu.
Ne yaman derttir benim ki,
Söylemeye dilim yoktur.
Ne garibim garip gibi,
Ne dert bilen elim yoktur.
Kaldım böyle bir ah, bir ben,
Tanrım sensiz, penahım sen.[27]
*** ***
Söylediğim boş söz, döktüğüm kan-yaş,
Hakkıma kim isen, el vurma, yavaş,
Yavaş ki derdime ağlayan kardaş
Yerine arkamda bir düşman kaldı.[28]
Cavad, dilinden Rabb’ine karşı düşürmediği ve bir çıkar yol olarak gördüğü duasını, şiirleriyle de dile getirerek, adeta kendisi gibi aciz almış başkalarına da tek aciz olmayanın kapısını “münacaat” şiiriyle gösteriyordu.
Esirge sen Ya Rab, yabancı gözden
Bizim elde mabedinin taşını
Acı bize, imanımız sönmesin
RAhmetinle söndür bu göz yaşını
Yarab, vatan senin iman senindir
Mümini güldüren Kur’an senindir
Buyruk senin, kullarına ne sormak
Çok dertliyiz bir arzumuz var ancak
Cebrail’den gönder bize bir sancak
Yarab, vatan senin iman senindir
Mümini güldüren Kur’an senindir [29]
Cevat için çileli dönem asıl 1922 yılından başlar 1937 yılına kadar devam eder.. Bu yıllar arası bir cani gibi mahkeme mahkeme dolaştırılıyor, bir vatan hainin gibi muamele görüyordu. Ama O bunlara hiç mi hiç aldırış etmeden, “milletim, genç neslim” diyerek inim inim inliyordu... Bu yolun uzun olduğunu, menzilinin çok olduğunu, yolların derin zulmet sularıyla dolu olduğunu, bu suların geçit vermeyeceğini çok iyi biliyordu. Belki fakirliğe, susuzluğa, açlığa tahammülü vardı, fakat tek bir şeye tahammülü yoktu, o da milli ve manevi değerlerin göz göre göre yok edilmesine.. ölürdü de bunlara müsaade edemezdi.. Bütün bunlar dayanılacak türden değildi
Cavad’ın kendi vatanında bile şiirlerinin basılmasına izin verilmiyor, evi basılıyor, ne kadar el yazma eseri varsa toplanıp yakılıyordu.. Bazen evinin kapısına dahi kilit vuruluyor, rahat bir yaşam sürmesine izin verilmiyordu..
Cavad’ı çekemeyenler oldukça fazlaydı. Onu sadece içinde vatan sevgisi olduğu için değil, bununla birlikte Türkiye hayranlığı, Türkiye sevgisinden dolayıda sevmeyenler çoktu. Bundan dolayı onun eserlerinin Türkiye’deki bazı gazetelerde bile basılmasına tahammül edemiyor, vicdanları kararmış bazı ikiyüzlü yazarlar, ağza alınmayacak sözlerle Cavat’ı hicv ediyor, bu yazılarını da değişik gazete ve dergilerde de bir maharetmiş gibi neşr ediyorlardı.
Şiirlerine avuç açtı, Türkiye Ahmet Cavad’ın
Sahtekarlığı ayan oldu cümleye Ahmet Cavad’ın
Yazdığından kendinin, elbette vardır haberi[30]
Bu şiirleri yazanlar sadece yayınlanan şiirlerinden dolayı değil, aynı zamanda insanları uyandırmasını da eleştiriyorlardı. Onun Meşhur “Göygöl” şiirinde Türkçülük propagandası yapmakla şuçluyorladı.
Aynı şiirin başka bir beyitinde;
Kanını coşturarak eski dostluk hevesi,
Aklına düştü bugün, Göygöl’ün hatırası,
Gücü yetmedi etrafı görmeye Ahmet Cevat’ın
Hilesi oldu beyan ülkeye Ahmet ’ın [31]
diyerek ona hakaret yağdırmanın yanında, efsane diye adlandırılan “Göygöl” şiiriyle de alay ediyorlardı. Hatta iş daha da vahim hale gelerek, bazı gazetelerde onun aleyhinde makaleler yayınlanıyor, millete karşı küçük düşürülmeye, onun hakkında gönüller şüpheye düşürülmeye çalışılıyordu.
İşte bunlardan bir örnek: “ yeni yol” gazetesindeki 6 Kasım 1929 26. sayısında, aynı gazetede muhabir olarak çalışanların imzasıyla yayımlanan bir yazı.
“ Biz “ yeni Yol ” gazetesinde çalışan muhabirler olarak, “ Komünist Gazetesinde çıkan, Ahmet Cavat’ın sistem düşmanlığı hakkındaki yazılarını okuduk. Biz onun çürümüş Müsavat basınında sosyalizm aleyhine yazdığı iftira ve yalan-yanlış istinatlarına şiddetle nefretimizi bildiriyoruz. Ahmet Cavad’a biz hiç bir zaman bir milliyetçi duygusu ve vefası görmedik. Şimdi ortaya çıkan fitnesi bile bizi korkutmuyor. .Çünkü biz, onun geçmişini de, bizlere yazdığı yabancı şiir parçalarını hala unutmadık.
Her ne vasıta ile olursa olsun, Azerbaycan şurasından eli çekilmiş müsavatçılar arasında yazdıklarının yayılması, onun sosyalizme karşı olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Büyük zorluklara katlanarak, kurduğumuz sosyalizm sistemi Ahmet Cavad gibi iki yüzlü hainlere haddini bildirecektir....”[32]
Evet, vatan ve milletine sadakatla sahip çıkan bu insana, ses verenlerin sesi böyle çıkıyordu. Sadece bunlar mı? Elbetteki hayır. Yıllarca dost görünüp, fırsatını bulduğunda arkadan hançerleyen insan kılıklılar da yok değildi. Sıkıntılı zamanlarda dost bilip kucağına sığındığı insanlar bile, onu sırtından hançerliyordu.
“ 1920-1925 yılları arasında sadece 4-5 şiiri yayınlanmıştır.. Onu eleştirmek için pusuda bekleyenler vardı. 1925 yılında şairin ölmez eseri “Göygöl” neşredilmişti. Semed Ağamalıoğlu (Rusya zamanında toprak bakanlığı yapmış) onun için; “Kim diyebilir ki, Azerbaycan’ın Puşkin’i yoktur... var.. hemde en mükemmelinden..”. diyerek övgüler yağdırmıştı Ahmet Cevat’a... Ama daha sonra....
Ağamalıoğlu’nun yanına “Kızıl Kalemler” – Rusya zamanında kurulmuş Yazarlar Cemiyeti- cemiyetinden üç şahıs gelerek, Ağamalıoğlu’na; bu şiiri siz övüyorsunuz ama, bu şiirde devleti yıkmak, ona karşı çıkmak manaları taşıyan ay ve yıldızdan bahsedilerek onun için göz yaşı döküldüğü ifade ediliyor” demelerine karşısnda, Ağamalıoğlu korkusundan az önce takdir ettiği, yere göğe sığdıramadığı Ahmet Cevat’ın yakalanıp haps edilmesi ister. Cavad yakalaranak hapsedilir ve bu şiirde ay ve yıldızdan kasıt, devlete karşı olduğun fikri ona zorla kabul ettirilmek için işkence yapılır. Bunu duyan hanımı ve anası Ağamalıoğlu’nun yanına gelir.
- Ay oğul sende bilirsin Cavad’ın çocukları var. Onun topu, tüfeği, askeri yok ki, Sovyet hükümetine karşı çıksın onu niye hapsettiniz. der. Ağamalıoğlu;
-Ay Kadın; senin oğlunun ne olduğunu biliyor musun? Nedir, kimdir.? O Sovyet hükümetini bir balon gibi parmağına takıp, çevirip duruyor”..diyerek Ahmet ’ı kötülemeye başlar.. “Göygöl” şiirini okuyup, Azerbaycan’ın Puşkin’i ilan ettiği Ahmet Cavad’ı, şimdide aynı şiiriyle Sovyet Devletini yıkmakla ittiham ediyordu. [33]
Evet, sovyet rejimi insanları o hale gitirmişti ki, kardeşleri birbirine düşürmüştü.. Cevat, bir yandan bu sistemle mücadelesine devam ederken, kendi milletine de derdini anlatamamanın ızdırabını yaşıyordu. 1920-1930 yılları arasında hiç bir şair Ahmet Cavad kadar devamlı ve uzun süre tenkit edilmemişti.
.Ahmet Cevat, bir taraftan şiirleriyle halkı uyandırmaya çalışırken, diğer taraftan müthis baskılara göğüs germekle uğraşıyordu. Bunlardan en önemli olanı, yazdığı şiirlerinde milliyetçilik yaptığı iddiasıyla mahkeme mahkeme süründürülüyor olmasıydı. O günlerde değişik mahkemeler teşkil edilmiş, devlet rejimine karşı gelenler iki guruba ayrılmıştı. Ahmet Cavat ikinci grubun içinde yer alıyordu. Bu grubta olanlar vatan haini ilan edilmiş ve kurşuna dizilmeleri isteniyordu. Ama önce göstermelik mahkemeler kurulmalı ve bu mahkemelerde bunlar yargılanmalıydı. Mahkemelerde onların aleyhinde söylenen her şeyin ispat edilmesi bir yana, iftiralar da bile hiç bir isbat şartı aranmadan aynen kabul ediliyordu. Ve belirlenen kişiler tarafından bir sürü istinatsız şeylerle Ahmet Cavad itham edilecek ve sonunda da kurşuna dizilecekti. Evet, senaryo önceden hazırlanmış, senaryonun hayata geçirilmesiyle alakalı bütün işlemler tamamlanmıştı. İnsanlık tarihinde bu tür göstermelik mahkemelerin sayıları oldukça fazladır Bunlardan sadece bir misal vermek yeterli olacağı kanaatindeyim.” ... Sosyal Sovyetler Birliği Askeri Yüksek Mahkemesi heyetinin onu ittiham ettikleri en büyük suçu, devlete karşı çıkmak ve milliyetçilik yapmasıydı.Bunun yanında 1937 yılında Azerbaycanda mevcut olan isyancılar ve terör teşkilatlarıyla bir olup, SSCB’den ayrılarak başka bir devlet kurma suçuda ilave ediliyordu. En son duruşmasına onu müdafaa edecek hiçbir vekil alınmamış, insanlık tarihinde görülmemiş bir hadise olarak bu mahkemesi sadece 15 dakika sürmüştür. Mahkemenin almış olduğu karar esasında 13 Ekim 1937 yılı gecesi Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edilmişti.” [34]
Resmi kaynaklar Ahmet Cavad’ın 1937 tarihinde Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edildiğini yazsa da, bazı kaynaklarda Cavad’ın Bakü’deki Bayıl zindanlarında dövülerek öldürüldüğü de yazılmaktadır.. Bu meseleyle alakalı Hayat ve çile arkadaşı Şükriye hanım şu ibretli vakıayı naklediyor.” Ben bayıl hapishanesinde bir vatan haini eşi gibi! cezamı çekerken, daha önce bizim evde hizmetçi olarak çalışan ve şimdilerde hırsızlık suçundan dolayı burada olan Mariye isminde bir kadın vardı. Bana; eşini başı sarılmış, 40 derece ateş içinde kıvranarak hapishanenin seyyar hastahanesine götürülürken gördüğünü. söylemişti.. Ben o zamanlar eşimle görüşme talep etmeme rağmen, eşimle görüşmeme izin verilmemişti . Şimdi anlıyorum ki, benim görüşmek istediğim o sıralar eşim çoktan dövülerek öldürülmüştü.”. [35]
O günden beri ölümü halen esrarını koruyan Ahmet Cavad’ın öldürülmesiyle iş bitmiş miydi..? Elbetteki hayır. Geride kalan aile de parçalanmalıydı. Onun aile fertleride gerektiği cezaya çarptırılmalıydı.. Gözünü kan bürümüş vanpirler, hala kana doymamıştı. Evin çileli hanımı, hayatı saray bahçelerinde geçen Şükriye hanımdan işe başlanmıştı. Şükriye hanım bir vatan haini eşi gibi, aynı suçtan yargılanan bir sürü kadınla tren vagonlarına doldurularak Kazakistana (bir rivayete göre Sibiryaya) sürgüne gönderiliyordu.
Evet bu aile parçalanmalıydı. Arkada bir kırıntı dahi kalmayacak şekilde. Ve öylede olmuştu. Ama asıl bir mesele daha vardı. Hayat boyu rahatlık nedir bilmeyen, yeri gelince yiyecek bir lokma ekmeye bile ihtiyacı olan Şükriye hanımı, kocasına ihanet ve vefasızlık yapmaya ikna etmek için sanaryolar üretilmeliydi.
Sıra bu ailenin çilekeş annesi Şükriye hanıma gelmişti. Önce kocasına ihanet etme, vefasızlık yapmaya zorlanacaktı Şükriye hanım. Herşeyden önce o bir ana idi. Ona öyle bir damardan yaklaşıyorlardı ki, belki anne şefkatiyle çocuklarına acır da söylenenlere harfiyen uyar, onlarda istediklerine nail olurlardı.
İnsanlıktan nasibi olmayan, insanlık tarihine kapkara bir sahife açan bu kem talihli insanlar, zindandaki Şükriya hanıma yaklaşarak şu iğrenç teklifi yaparlar;
Karşı taraf:
- Şükriye hanım. Çocuklarının hatırına sana bir iyilik yapmak istiyoruz.
Şükriye hanım;
- Çocuklarıma göre bana iyilik etmek isteseydiniz, gerçekten bunda samimi olsaydınız, çocuklarımın babasını götürmezdiniz.
Karşı taraf;
- İnat etmeyin. Bir düşünün çocuklarınız için ne yapabilirsiniz.
Şükriye hanım;
- Yardım etmek kimin elinden gelir ki, benden yapmamı istiyorsunuz.
Karşı taraf;
- Sözlerimize karşılık vermenin sana hiçbir yardımı olmaz.
Şükriye hanım;
- Bana kimin yardımı oldu ki,
Karşı taraf;
- Kısaca söylemek gerekirse. İstermisiniz sizi ve çocuklarınızı kurtaralım.
Şükriye hanım;
- Bunu hangi taş yürekli ana istemez ki,
Karşı taraf;
- Çok güzel. Senin beraatin için çok güzel bir çıkış yolu var. Kocan halen hayattadır. Vakit kaybetmeden bize dilekçeyle baş vurarak eşinizden boşandığınızı yazarak, onunla bir bağınız kalmasın. Ondan sonra rahat rahat oturup çocuklarınızı büyütün rahat edin.[36]
Şükrüya hanımın müsbet bir cevap vereceği ümidiyle rahatlayan karşı taraf, bu işi başarmanın verdiği rahatlıkla yüzlerinde bir gevşeme meydana gelmişti ki, Şükriye hanımın onları deli divaneye çevirecek vefayla, sadakatla şahlanışına şahit oldular.
- Ben ha.. ben.. Şükriye hanım... Ahmet’imden boşanayım.
Ben ki, Ahmet Cavad’a olan aşkım yüzünden sarayları bırakıp, Acaristan’ın beyi babam Süleyman beyi bırakıp, sefilliği, aclığı, çileyle bütünleşen bir hayatla Ahmet’i tercih etmiştim. Şimdi onu tam öldüreceğiniz bir zamanda benim ona vefasızlık, sadakatsizlik yaparak, ölümüden önce onu benim öldürmemi mi istiyorsunuz ha.. öylemi.. asla.. asla..
-Bağlayın elimi kolumu, tutun beni..Celletlar.... Ahmet’imden önce benim canımı alın... Boşanmaktansa ölmem daha iyidir.[37]
Şükrüye hanım, böyle yaşamaktansa sürgüne gitmeye çoktan razıydı. Bir anda aklına düğün gününde Ahmet Cavad’ın ona yazıp, okuduğu bir şiir geldi.. Hapishanedeki kamarasında bu şiiri kendi kendine okuyarak doyasıya ağlamıştı. Onlar hayatın her türlü cefasına, talihsizliğine daha baştan beraber karşı koymaya karar vermişlerdi ve gönülleriyle beraber hayatlarını, diğer bir ifade ile bela ve musibetleri beraberce göğüsleyeceklerdi. Ama hayatın o güzel gündüzleri birden geceye dönüvermişti. Çünkü o, bir vatan haininin eşi damgasını yemişti artık. Dostları bile ona selam vermez olmuştu. Defalarca baskı yapılmıştı Şükriye hanıma,, Eğer kocasından şikayetçi olur da ondan boşanırsa, bütün bu işkencelerin biteceği sözü verilmişti kendisine. Ama o, ölürdü de, Ahmetini satamazdı. Bu yola beraber çıkmışlardı ve sonunda ölüm dahi varsa, o ipi beraber göğüsleyeceklerdi. Uyguladıkları binbir entrikadan ve işkenceden sonra bir netice alamayanlar, son çare olarak uzak diyarlara sürgün etme kararına gelmişlerdi.
Bir hayvanın bile dayanamayacağı hayat şartlarına onları zorluyorlardı. Bir gece zülmetli karanlıklar altında onları toplayarak, nereye gidildiği hiç kimseye belirtilmeden bir bilinmeze doğru yol almaya başlamışlardı. Soru sorma hakları yoktu. Hayvan taşımacılığında kullanılan vagonlar bu sefer kocaları vatan haini ilan eden kadınlarla doluydu. Dışarıdan içeri bir gözün algılayacağı kadar bile bir ışık hüzmesi süzülmüyordu. Bu vagonlar adeta kabir hayatını andırıyordu. Kimseler yok muydu bu işe dur diyecek.? Hangi insanlık, hangi insan hakları, hangi vicdan bütün bu olanları kabul edebilirdi..
Bütün bu olanlar karşısında, korkutularak sindirilmeye çalışılan insanlardan biri olan Şükriye hanım bu işe dur demenin zamanın geldiğini şöyle anlatıyordu;“ .. vicdanların aşınıp yok olduğu bir zamanda, erkeklerin istibdat ejderhasının ağızına sıkıştırıldığı bir zamanda, kirlenmemiş, rezalete bulaşmamış vicdan kalmadı mı? O kirlenmemiş vicdanlar, üstüne çamur çökmemiş insaflar nerde kaldı? Niye bir araya gelip, yeter bu istibdat demiyorlar,? Niye bir temizin, bir dürüstün çirkefe bulaşmasına engel olmuyorlar.? Niye .. niye... demek ki, başından bulandırılan su artık herkese sirayet etmişti.[38]
Evet bütün bunlar düşünülmesi gereken şeylerdi. Bunları düşünecek kafa bile bırakmamışlardı onlara. Şükrüye hanım bütün bunları düşünürken beyni çatlayacak hale gelmişti.. İnsanları işledikleri bir suçtan dolayı, önce muhakeme edip, daha sonra gereken ceza verilmeli değil miydi.?. Dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş hadiseler yaşanıyordu onların hayatında. Mahkemelere yalancı şahitler para karşılığı ifade veriyor, hiç kimsenin tanımadığı bu insanların verdiği ifadeler aynen kayıtlara geçiyordu. Bu insanlardan bazıları daha sonra pişmanlık duyarak “ Ahmet aleyhinde ifade veren Ahundov, Efendiyev, Hüseyinov, Zeynallı ve Çobanzade, yalancı şahitlik yapmaları için, kendilerine inanılmaz derecede baskı yapıldığını itiraf etmişlerdi”[39]
Şükriye hanımı hayatının sonlarına ziyaret edenler, onun çehresinde geçmişin bütün ızdırap lekelerini görebiliyorlardı. Bazen bir şeyi hatırlamak için uzunca düşünmek zorunda kalıyordu. Hayatının son anlarında onu ziyarete giden Azerbayacan’ın sevilen yazıcı ve şairi Mehmet ASLAN’ın şu tesbitleri onun durumunu net bir şekilde ortaya koyuyordu. “... ne zamandan beri hafızası bu kadar berbat haldedir. Yazık ! kadında öyle unutkanlık var ki, adını bile sorsanız oracıkta şaşırıp kalıyor.”[40]
Evet, Şükriye hanım saray bahçelerinde yetişmiş bir güldü. Çileli ve ızdıraplı bir hayatı onunla tanıdığı Cavad’ı yazmış olduğu bir şiirde, ona olan sevgisini şöyle dile getiriyordu.
Bir gülsün, dermişim gençlik bağından,
Kem aldım ömrümün gençlik çağında,
Bir bağa, bahçeye , giremem sensiz... [41]
Evet, Şükriye hanımda her dakika hesaba çekilmekten o kadar sıkılmıştı ki, artık kendini idare edemeyecek dereceye gelmiş, aklı dengesini de bozulmak üzereydi. Artık dünyadan ızdırap ve çile dolu sırlı bir hayatla uçup giden Cavad’ından sonra yaşamak neye yarardı ki. Ama şükriye hanımın daha çilesi dolmamıştı. Yaşayacağı daha çok şeyler vardı hayat yolunda. Bunlar sadece Şükriye hanımın çektikeri. Buna göre Ahmet Cevat’ın çektiği işkence ve sıkıntıları varın sizler düşünün.
İnsanlık tarihinde, kendisine asla yakışmayan binlerce kara sayfalar vardır. Bu kara sayfaların bazıları var ki, bütün ömrünü milleti ve vatanı için çileyle geçiren insanlara reva görülen insanlık dışı işkencelerdir. İşte tek sucu vatanını seven, vatanı için gençliğini feda eden bir insanın hanımı olmak veya o ailenin bir ferdi olmak...
Yıl 1938. Henüz Kocasının ayrılık acısı içinde taptaze olan Şükriye hanım ve onun gibi yüzlerce kadınla beraber, bunca işkenceden sonra yaşadığı sürgün hayatından tüyler ürperten bir kesit. Şükriye hanım anlatıyor;“ ...... trenden indirilince kocaları vatan haini olan kadınlar” geldi diyorlardı... masallarda anlatıldığı gibi, adam yiyen insanlar bizleri karşıladı. Bizler bu boyda, bu gövdede adamları ilk defa görüyorduk. Ellerindeki değnekler çok amansızdı.. bir şey olduğunda kafaya, omuza acımasızca vuruyorlardı.. niye.?. niçin..?. sorularına cevap yoktu.. Madem çekilecek suçumuz var elbetteki çekeriz.. değilmi ki, vatan ve millet uğrunda.. Ruslar yiyecek dünya nimeti adına pek bir şey vermiyorlardı hatta öyle bir hale gelmiştik ki, gece ve gündüzün farkını bile varamıyorduk. Günler geçtikçe açlıktan ayakta duracak takatımız bile kalmamıştı, ölecek duruma gelmiştik. Birlikte olduğumuz Ceyran hanım, sanki kuyunun dibinden sesleniyor gibi,
- Şükriye uyuyor musun.?
- Hayır..
- Ben de Şükriye.. herhalde ölüyorum.
- Ölme, dizlerini birbirine kenetle.. daha çekilesi meşakkatli günlerimiz var onları çekmeliyiz.
- Dizlerimi nasıl sıkayım Şükriye, takatım kalmadı ki, kaç gün oldu bilemiyorum, bize dünya nimeti adına hiç bir şey verilmedi ki, ölüyorum...
- Bende seninle birlikte... dur bak ben senden beter haldeyim. Aklıma bir şey geldi Ceyran, senin aklına gelen hayırdır inşallah. Sende iğne var mı.? Ne yapacağın iğneyi?
- Bizi açlığın mengenesinden kurtarırsa ancak bu kurtarır.
İğneyi parmağına batırarak parmağını teş.. ve parmağını teşerek kendi kanını emmeye başlar.
- Gözüme ışık geldi.. Allah’ım sen kerimsin......[42]
Onlar bu halde bile rahat bırakılmıyorlardı. O haldeyken bile sıkı bir mesai altında çalıştırılıyorlardı.
“ Kocaları vatan haini ilan edilen kadınları muhtelif tezgahlara dağıtılmıştı. Şikriye hanım, dikiş bölümüne düşmüştü. Buna bütün kadınlar sevinmişti. Hayatlarının hiç bir garantısı olmayan kadınlar, böyle bir iş verilmesinden dolayı belki hayatlarının devam edeceğine bıraz daha ümitleri artıyordu. Bunun içindir ki, bütün mahkumlar kendi gücü ve becerisinden daha fazlasını yapmaya çalışıyordu. Yeter ki, bir parça ekmek versinlar. Yeter ki kadınlara insanlık dışı sert davranışları bıraz daha yumuşatsınlar.”
Artık kadın halleriyle bazı şeylere takatleri yetmiyordu. Günlerce az-susuz bırakılarak çalıştırılan, her türlü işkencelere maruz bırakılan, erkeklere gücü yetmeyen, yürekleri küçük acılara bile tahammül edemeyen bu analara, hangi insanlık bu kadar zülümü ve işkenceyi reva görebilirdi. İşte komünizm dedikleri sistemin temel taşlarını bunlar oluşturuyordu. Onun her taşına, her tuğlasına masum insanların kan izleri vardır.
Bununla da kalmıyorlardı. Bu işkence kampında akşamlara kadar çalıştırılan insanlara akşamları bile istirahat reva görülmüyordu.Yemek olarak bir kuru ekmek ancak veriliyordu. “ Akşam iş bitiminde kadınlardan bir grup şeçilerek ayırılıyordu. Şükriye hanımda bunların içindeydi. Gündüzleri göz kırpmadan görülen işlerden sonra sabah için bütün yemek hazırlama ve ekmekleri pişirmekte yine onlara düşüyordu. Şükriye hanım daha 8 yıl burda kalacak ve bundan beter ağır işlerle yüzyüze gelecekti. Ondan sonra... acaba ondan sonra rahat bir hayat olacak mıydı.?...[43]
Evet; Kocaları birer birer ortadan kaldırılmış sıra kendilerıne gelmişti. Onlarda bunun farkındaydılar. Onlarda kocaları gibi hem kocalarına, hem de milletıne sadakat içindeydiler ve devam etmeye de kararlıydılar.
[1] : Saleddin Ali-I, s..33.
[2] : Saleddin Ali, Ahmed Cavad , s.15.
[3] Saleddin Ali-II, s.77-78.
[5] Saleddin Ali-II s.34-36
[6] Saleddin Ali, Ahmed Cevad, s 283
[8] Mahmut Tevfik ve Rahman Hasanov, s.199.
[10] Aliyeva Aybeniz, s.31.
[12] Aliyeva Aybeniz , s.22.
[13] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.102.
[14] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman , s.191.
[15] Salettin Ali, Ahmet Cevat, s. 54.
[16] Aliyeva Aybeniz, s.8.
[17] Saleddin Ali, Ahmet Cevat, s. 58.
[18] Saleddin Ali, Ahmet Ceva, s.90.
[19] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.112
[21] Saleddin Ali, Ahmet Cevat, s. 44.
[22] Huyugüzel Ö.Faruk, Bağcı Rıza, Gökcek Fazıl, Sahafat-II, s.601
[23] Saleddin Ali-I, s.117-118.
[24] Aliyeva Aybeniz, s.8
[25] Saleddin Ali, Ahmet Cevat, s. 124.
[27] Saleddin Ali-I, s.153.
[28] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.90.
[29] Saleddin Ali-I, s.132,133.
[30] Saleddin Ali, Ahmed Cevad, s.162.
[32] Yeni yol Gazetesi 6 Kasım 1929 . sayısı 26
[33] Saleddin Ali –I, s. 22-23.
[34] Saleddin Ali –I , s.18-19.
[35] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman , s.12.
[36] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.6.
[38] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.3-4.
[39] Saleddin Ali , Ahmed Cevad, s. 306.
[40] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.20.
[41] Saleddin Ali, Ahmed Cevad, s.301.
[42] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.18.
[43] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.18.
|